1 Mayıs 2014

AĞVA & ŞİLE: KARADENİZ KIYISINDA, DOĞANIN PEŞİNDE...



İlkbaharın ilk belirtileriyle birlikte kendini doğaya atmaya hazırlanan çoğu İstanbullu için en popüler istikametlerin başında, hem şehirden adam akıllı uzaklaşmışlık hissi verdiği, hem de günübirlik mesafede olduğu için Karadeniz kıyıları geliyor. Ağva ve Şile ise bu kıyılarda turizmin en canlı olduğu yerleşim bölgelerini oluşturuyor. Ama şimdiden söyleyelim: eğer benim gibi, beklentileriniz yeşilin tondan tona girerek Karadeniz'in hırçın maviliğiyle buluştuğu bir doğa üzerineyse, hayal kırıklığına hazır olun... çünkü insanoğlunun betondan pençesi, şehrin içindeki kadar olmasa da, çoktan buraları da ele geçirmiş bile...

Gezimize Ağva'dan başlayacağız ama buraya giden orman yolunu tercih ediyoruz. Hem biraz daha doğanın içinde olmak, hem de "torluk"ları görmek amacımız. Torluk, odun kömürünün eski yöntemlerle yapıldığı açık hava ocağına verilen ad. 20 kiloluk odun kömürünün 1000 kiloluk odundan 76 ila 107 saat arası süren bir yakma işleminden elde edildiğini burada öğreniyoruz.



Bu kısa "öğrenme" molasından sonra, kimileri doğayla nispeten barışık, kimileri üzerine kurulduğu arazide tek bir yeşil bırakmamış müstakil evlerin arasından geçerek, Ağva'ya vardığımızda hırçın Karadeniz ve şiddetli bir rüzgar bizi karşılıyor. Göksu ve Yeşilçay derelerinin denizle buluştuğu yerde keskin iyot kokusunu içimize çekerek, manzarayı seyre dalıyoruz. 



Ağva'nın tarihi her ne kadar M.Ö 7. yüzyıla kadar geri uzansa da, civar köylerdeki birkaç kalıntı ve mezar dışında günümüze kalan kayda değer bir buluntu maalesef yok. Bu nedenle bu beldenin turizmi deniz ve doğa ile sınırlı kalmış. Doğadan geriye kalanları söylemeye gerek bile yok, deniz turizmi ise sadece Karadeniz'in kısa yaz mevsimi boyunca faal. 


Bu nedenle etraf, ilkbaharda olmamıza rağmen, halen kışın terkedilmişliği ve bakımsızlığı ile moral bozucu bir görüntü altındaki kapalı plajlar, kafeler, restoranlar, hatta otellerle dolu...


Öğle yemeği için Göksu deresi kıyısındaki onlarca tesisten biri olan Gizlibahçe Restaurant'ı seçiyoruz. Güzel bahçesi ve sevimli dekorasyonuyla muhtemelen daha ılık ve güneşli bir havada insana çok dingin bir deneyim yaşatacak bu mekanda, sayıca büyük ekibimize gayet hızlı bir servis yapılıyor. Menümüz tabii ki rakı, balık, salata. Özellikle üzüm tatlısının çok ilginç ve bir o kadar de leziz olduğunu belirtmeliyim.



Yemek sonrası ise, Göksu deresinde bir tekne gezisi yapıyoruz. Ağva'nın en turistik aktivitesi de bu zaten. Derenin bir yakasında yol olmaması nedeniyle, o yakadaki tesislere ulaşımın, dere üzerine kurulu halat tesisatıyla yapılması da bir başka ilginç boyut. 

Esasen ilkbaharın ilk demlerinin yaşandığı bu günlerde, yeşilin kahverengiyle karışan tonları mükemmel bir manzara yaratıyor. Ama bu manzarayı yakalamak bile çok zor: zira derenin iki yakasında sıralanmış olan butik otellerin ve restoranların bir kısmı estetik olarak çok güzel ve doğayla uyumluysa da, büyük bir çoğunluğu gerçekten görsel kirlilik yaratıyor. Tekne gezisi esnasında çok farklı kuş türlerini görmek de halen mümkün. 


Gezimize Şile'de devam etmek için yola çıktığımızda bir ara durak yapıyor ve Akçakese Köyü'ne uğruyoruz. 

1401'de Bizanslılardan alınan ve Türkmen aşiretlerinin yerleştirilmesiyle Türkleştirilen bu köy adını 1327'de Kocaeli yarımadasını ele geçiren Osmanlı kumandanı Akçakoca Bey'den alıyor. Ancak bu köyde özel olarak durmamızın temel sebebi, 600 yıllık tarihinden ziyade mimarisi... 





Yörenin geleneksel ev mimarisinin halen ayakta olan etkileyici örneklerini barındıran köy bu geleneksel mimarinin korunması amacıyla restorasyon programı kapsamına alınmış. Ama yaklaşık iki yıldır ödenek olmadığından proje beklemede... Ümit, ödenek çıkana kadar evlerin yıkılmadan ayakta kalabilmesi...




Gezimizin son durağı ise Şile. Cilalı taş devrinden bu yana insanoğlunun ikamet ettiği bu çok eski yerleşim bölgesi aynı zamanda Cumhuriyet döneminin de ilk oluşturulan belediyelerinden biri olma özelliğini taşıyor. 

Şile'de ilk olarak Ağlayan Kaya diye anılan yerde duruyoruz. Taşları arasından çıkan su kaynağının akış biçimi göz yaşına benzediği için böyle anılan bu doğal oluşumla ilgili, birbirine kavuşamamış aşıkların denize atladığı yer olması gibi rivayetler de yok değil. Üzerindeki kırmızı değirmenle ve etrafındaki gökyüzü ve deniz sarmalıyla çok fotojenik bir sahne teşkil eden Ağlayan Kaya'nın önünde bol fotoğraf çekip, Şile'nin sembolü olan 141 yıllık tarihi Şile Feneri'ne gidiyoruz.


Osmanlı İmparatorluğu'nun Fransız Fenerler İdaresi'ne yaptırttığı bu fener, içindeki cihaz itibariyle Türkiye'nin en büyük feneri olma özelliğini de taşıyor. 19 metre yükseklikteki fener bugün halen Karadeniz'in azgın dalgalarıyla boğuşan gemicilere kılavuzluk yapmaya devam ediyor.













Şile'deki tarihi kalıntılardan biri olan Bizans gözetleme kulesi ise betonarme bazlı bir restorasyon anlayışının kurbanı olarak kayanın üzerinde yükseliyor.


Gezimizi, Şile'de tek tük kalmış eski evlerin önünden geçerek ve tabii ki ünlü Şile bezinden yapılmış sevimli kıyafetler satan dükkanlarda gezerek tamamlıyoruz. İçimden geçen ise, keşke buraları şöyle 20-30 yıl önce görseymişim, halen etkileyiciliğini sürdüren bu hırçın doğanın el değmemişliğini yaşasaymışım....




1 yorum: