23 Ekim 2011

ESKİŞEHİR: BOZKIRDAN YÜKSELEN MEDENİYET



Ülkenin diğer şehirleriyle karşılaştırıldığında, aslında Eskişehir doğal güzellikler ve tarihi miras açısından çok daha şanssız bir kent: ne dudak uçuklatan manzaralara sahip, ne yüzyıllar ötesinden gelen antik kalıntılara, ne de Osmanlı ya da Selçuklu mimarisinin nadide örneklerine.... Ama buna rağmen, yine de Eskişehir yerli turist akınından nasibini alıyor... Nasıl mı? Muhteşem çalışan bir yerel yönetim sayesinde... Evet, Eskişehir'in en büyük şansı, hiçbir bahane yaratmadan, hiçbir engeli aşılmaz diye görmeden çalışan Yılmaz Büyükerşen'in kendini bu kente adamış olması...Belki de Eskişehir'e gitmeden önce en iyisi, kendisiyle yapılan nehir söyleşiyi içeren "Zamanı Durduran Saat" isimli kitabı okumak: ancak bu sayede bu şehri daha iyi anlamak ve daha gerçekçi bir şekilde değerlendirebilmek mümkün olabilir...

İşte biz de, bu efsane kenti tanımak için, bir Cumartesi sabahı daha gün ağarmadan o günlerde halen faaliyette olan Haydarpaşa Garı'ndan yola çıkıyoruz: trenle nostaljik bir başlangıç yapalım dedik. Günün o ilk saatlerinde hafif loş, henüz kalabalıklaşmamış Haydarpaşa'yı iyi ki o gün görmüşüz, bilemezdik ki çok yakında böyle bir imkan kalmayacak, o tarihi kamusal alan da bir ticari projenin pençesine düşecek....


Yaklaşık 2-3 saat süren keyifli tren seyahatimiz sonrasında, Eskişehir'de ilk durağımız, hemen garın karşısındaki Tülomsaş tesisleri... Daha önce hiç duymadığım bu kurum, meğer Devrim Arabaları sinema filmiyle yeni nesillerin de öğrendiği yerli araç girişiminin başlatıldığı ve yürütüldüğü kurummuş. "Devrim" isimli ilk Türk arabası camekanlı bir bölümde sergileniyor ve yerli turist kaynayan tesiste herkes bu arabayla bir fotoğraf çektiriyor.




Tülomsaş sonrası, ikinci durağımız çok değerli bir devlet adamımızın mezarı: kamuoyu tarafından daha ziyade İkinci Dünya Savaşı sırasında Paris'te büyükelçi olarak çalışırken binlerce Türk Musevisini Nazi soykırımından kurtarmasıyla bilinen Behiç Erkin'in ebedi istirahatgahındayız. Ama Behiç Erkin'in bilinmesi gereken o kadar başka özellikleri daha var ki: kendisi Çanakkale Savaşı'nda görev almış, Kurtuluş Savaşı'nın en önemli kahramanlarından biri olarak savaşmış, Cumhuriyet döneminde milletvekilliği, bakanlık yapmış, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları'nı kurmuş ve ilk Genel Müdürlüğünü üstlenmiş mümtaz bir devlet adamı. Açıkçası, Behiç Erkin'i bu kadar az tanıyor olmanın utancını hissediyoruz hep birlikte, ama bundan sonra unutmayacağımız ve unutturmayacağımızı bilmek biraz olsun teselli oluyor hepimize.






Bundan sonraki durağımız Bilim Sanat ve Kültür Parkı... Eskişehir'e gelenlerin mutlaka gezdiği bu park, itiraf ediyorum ki biraz "plastik": korsan gemisi, masal şatosu, mantar evler gibi atraksiyonlar içermesiyle belki Disneyland'a ya da diğer benzeri tematik parklara öykünüyor ama yine de bu tür destinasyonların sunduğu canlılığı içermiyor. Yine de haksızlık etmeyelim: çocukların cıvıltıları, çocukluklarına geri dönen yetişkinlerin kahkahaları buraya gelenlerin hayatından gayet memnun olduğunun en temel göstergesi. "Plastik" dememe bakmayın, biz de kuğuları seyrederek, korsan gemisinin dümenine geçerek, mantar evlerin pencerelerinde poz vererek burada en az 1 saat geçiriyoruz.





İlk öğle yemeğimizi, Eskişehir'in biraz dışında, Devlet Su İşleri'nin regülatörünün bulunduğu yerde, adı da "Regülatör" olan bir restoranda yiyoruz. Çok bakımlı, bir o kadar da sevimli bir bahçesi olan bu mekanın, iç dekorasyonu da oldukça şık, şöminesiyle özellikle kış günleri için çok davetkar. Gayet profesyonel bir hizmet alarak, yöresel olmayan ama gayet rafine bir menü tadıyoruz. Anadolu'da değil, Eskişehir'de bile böyle bir şık deneyim beklemiyor olmanın güzel şaşkınlığı hepimizi mutlu ediyor.





Regülatör Restoran'dan sonra Arslanbeyli Köyü'ne gidiyoruz. Önemli bir Bektaşi merkezi olan bu köyün adeta terkedilmiş gibi duran sokakları, kepenkleri sıkı sıkıya kapatılmış evleri özellikle fotoğraf meraklıları için güzel bir stüdyo işlevi görüyor.






Köydeki 15. yüzyıldan kalan Seyyid Sultan Şücaaddin Veli Türbesi ile Mürüvvet Ali Paşa Türbesi'ni ziyaret ediyor, ardından da Kırklar Meydanı Cemevi'ne giriyoruz. Bir çoğumuz ilk kez bir Cemevi'ne giriyor olduğumuz için o kadar çok sorumuz var ki, neredeyse 1 saat burada kalıyor ve bilgi alıyoruz.







Buradan sonra, yine Aleviliğin Anadolu'daki önemli uğrak yerlerinden biri olan Seyitgazi ilçesine geçiyoruz. Bu yerleşim bölgesi de yine biraz terkedilmiş gibi çok sakin, evler sessiz, hatta bir kısmı yıkık ama ortama etkileyici bir estetik hakim. Seyit Battal Gazi Külliyesi'ni detaylı bir şekilde geziyor, çilehaneden aşevine her yeri adım adım dolaşıyor, 13. yüzyıldan günümüze gelen bu mekanı ve tarihçesini tanıyoruz.





Sabahın çok erken saatlerinde başlayan yolculuğumuzun yorgunluğu kendini iyiden iyiye hissettirttiği için, artık zaman otelimize yerleşmek zamanı. Eskişehir merkezde Grand Namlı Otel'de konaklıyoruz. Temiz, düzenli bir otel ama insan, yeni bir şehri gezerken daha otantik, daha yerel dokunuşlar içeren bir yerde gecelemek istiyor, burası ise ha Niğde'de, ha Berlin'de olmuş farketmeyen otellerden biri. Dekorasyonu biraz "kitsch"... Ama konforsa konfor, temizlikse temizlik, o tür beklentileri karşılıyor. Yorgunuz diye akşam yemeğini de otelde yiyoruz ama sadece bir gece kalacağımız için bu şehirde, dışarı çıkıp gece hayatını keşfetme merakımız, yorgunluğumuzu yeniyor ve bu üniversite şehrinin "Saturday Night Fever"ının peşine düşüyoruz yaşımız kaç olmuşa bakmadan.


Otelimizin hemen karşısındaki Haller Gençlik Merkezi ile başlıyoruz gece turuna. Burası içinde dükkanlar, küçük kafeler ve barlar olan bir mekan ama hayli sakin, neredeyse boş. Meğer esas canlılık ışıklarla süslenmiş ünlü Barlar Sokağı'ndaymış. Burada ağırlıklı üniversiteli gençlerden oluşan kalabalığı seyredip bir şeyler içerek geceyi sonlandırıyoruz.










Eskişehir'de ikinci ve son günümüze erkenden başlıyoruz çünkü görecek çok şey var daha. Şehri baştan başa geçen Porsuk Nehri kıyısında yürüyüş yaptıktan sonra, nehirde bir tekne gezisine çıkıyoruz. Tam Venedik'te gondolla gezmek gibiymiş bu gezi diye kendi aramızda konuşurken, gerçekten de bir gondol geçiyor yanımızdan. Tabii ki çevredeki binaların mimarisi, altından geçtiğimiz köprülerin tasarımı, hatta renkleri aynı hissi yaratmaktan çok çok uzak ve tabii ki bu geziye de "kitsch" bir boyut hakim ama hep dediğim gibi: başka hangi Anadolu şehrinde böyle bir deneyim bulmak mümkün ki? İçimizde hep bir takdir duygusu var, ama "yapay" olmayan bir şeyler olsa demeden de duramıyoruz.










Tekne gezimizden sonra, şehrin çehresini değiştiren Anadolu Üniversitesi'nin Yunus Emre Kampüsünü hızlı bir şekilde dolaşıyoruz. Havacılık Parkı ve Tayyare Müzesini, müze kapalı olduğu için, gezmiyor, burada uzaktan birkaç fotoğraf çekmekle yetiniyoruz. Çağdaş Cam Sanatları Müzesi ise, cam sanatının gerçekten çok başarılı örnekleriyle bizi çok etkiliyor.










Odunpazarı, renove edilmiş eski Türk evleriyle Eskişehir'in en çok turist çeken semti. Burada pastel renklere boyanmış, bakımlı evleri gezerken, hangi ülkede, şehirde olursa olsun bu tür koruma altına alınmış eski semtleri gezerken insanın kafasına üşüşen sorular bizi de buluyor: neden artık bu estetik duygusu kalmadı? Neden günümüz mimarisinde detayların güzelliği göz ardı edildi? Neden fonksiyonel olma illa zerafetin, estetiğin olmaması koşuluna bağlandı? Neden?...





Odunpazarı'nda birçoğu butik otel olarak hizmet veren bu binalardan birinde kahve molası verdikten sonra, bu kez Kurşunlu Külliyesi'ne geçiyoruz. Bu külliye günümüzde çeşitli el sanatı ustalarına atölye vazifesi görüyor. Sanatçılar, ayrıca eserlerini de burada satışa sunuyorlar. Yine Odunpazarı'ndaki Atlıhan El Sanatları Çarşısı da el sanatları ile ilgilenenler için alışveriş yapabilecekleri bir başka adres.



Odunpazarı'nda en çok hoşumuza giden ise, Anadolu'nun paylaşım geleneğini sürdüren bir fırın: kapısından buram buram fırından yeni çıkmış taze ekmek kokusu sokağa kadar ulaşan bu dükkan, kapısının önüne ihtiyacı olan ama imkanı olmayanlar için alabilecekleri ekmekler koymuş. Siz de dilerseniz, fırından kendinize bir ekmek alırken, bir tane de ihtiyacı olanlar için satın alıyor ve buraya koyabiliyorsunuz. Ve gerçekten de o bedava ekmeklere hiç hücum eden olmuyor, yaşlı bir teyze geliyor bir tane alıyor, biraz sonra kimsesiz olduğu belli zar zor yürüyen bir yaşlı amca geliyor, yine sadece bir ekmek alıyor, hayır duasını ediyor kim verdi o ekmeği bilmeden ve unutmak üzere olduğumuz bu muhteşem gelenek Eskişehir'de, her geçen gün materyalleşen dünyaya inatla meydan okuyor....








Gezimizin sonu yaklaşırken, en son durağımız olan Kent Park'a doğru yola çıkıyoruz. Kent Park aslında Eskişehir'in basında en çok ses getiren eserlerinden birini barındırıyor: denizi olmayan bu şehrin plajını... Porsuk sahilinde, sarı kumlar, şezlonglar ve plaj şemsiyelerinden oluşan bu mekan, kış mevsimine yaklaşıyor olmamıza rağmen, halen bakımlı, düzgün, hele de güneş varken insana hadi gidip güneşleneyim dedirtecek kadar davetkar.










Ama Kent Park'ın tek özelliği bu plaj değil tabii ki: aslında Eskişehir'de her bir sokakta karşımıza çıkan heykeller, burada da sağa sola serpiştirilmiş durumda. Ucube denerek heykellerin yıkıldığı, kentsel dönüşüm denerek parkların betona çevrildiği ülkemizde, Eskişehir medeniyeti, sanatı, yeşili özleyen insanlar için adeta bir vaha... Bu nedenle de gözümüz gibi bakmamız gereken bir şehir...








Kent Park'ın Porsuk sahiline bakan bölümlerinde bisikletleriyle gelmiş yaşlısı genci balık tutuyor, manejde at binme dersleri alıyor, içerideki Kırım Çibörekçisi ise, gerçek çibörek lezzetini arayanlarla dolup taşıyor. Bu restoran büyük, hatta hangar gibi bir alana sahip, herhangi bir konfor, herhangi bir şıklık sunmuyor ama muhtemelen öğrenci olan ve part-time bu işi yapan gençlerin servis ettiği çiböreklerin lezzetini anlatmak mümkün değil, gidip tatmak lazım.

Bizi İstanbul'a geri götürecek trenimiz için istasyona geri dönerken, arkamızda, Cumhuriyetimizin ilk kurulduğu yıllardaki hizmet ruhunu, medeniyet aşkını, bilim ve sanat odaklılığını halen yaşatan örnek bir şehir bırakıyoruz. Bir "doğru" bireyin etrafında güven duygusu ve işine adanmışlık örneği oluşturmasıyla ne kadar büyük bir fark yaratabileceğine birinci elden şahit olmuşuz ya, yok mu diyoruz diğer şehirlerimizde tek bir insan daha bu farkı yaratacak, yok mu?.....









23 Mayıs 2011

HALFETİ-BİRECİK: DOĞA VE İNSANOĞLUNUN MÜCADELESİ



Urfa'nın merkezinde değiliz bugün... Urfa sınırları içinde kalmakla birlikte, şanı şehri geçmiş, adeta kendi başına şehirleşmiş Halfeti ve adını, bölgeyi sular altında bırakan baraja veren Birecik ilçelerini geziyoruz... Önümüzde uzanan coğrafya kafa karıştırıcı: sınırsızca uzanan çorak, bej rengi topraklar, onları delip geçen bir mavilik ve o maviliğin kenarlarında yavaş yavaş beliren yeşiller... İnsanoğlunun doğayla bitmek bilmeyen mücadelesi, doğanın karşı konmaz üstünlüğü... Birbirinin üstesinden gelmeye savaşan iki güç... Bu coğrafyaya işte bu mücadele hakim...


İlk durağımız, Birecik'e Fırat'ın diğer yakasından bakan bir kır lokantası: Kıyı Restoran... karşımızda kayaların arasına serpilmiş, renkleriyle kayalardan ayırdedilmesi zor kerpiç evler, doğanın kuraklığını yansıtan durgun sular, üzerinden arada sırada tek tük araç geçen bir köprü, nehrin kıyısında etrafın renksizliğine inat ama hafif rüzgarla nazlı nazlı salınan söğüt ağaçları ve arkalarında uzanan kıraç tepeler... Mayıs ayının insanı boğmayan ılık havasında, öve öve bitirilemeyen Birecik kebabı siparişi veriyoruz... "Güneydoğu seyahatimiz boyunca tatmadığımız kebap kalmadı, Birecik'in kebabı ne kadar farklı olabilir ki" sorumuzun gülünçlüğünü ancak yemekler gelince anlayabiliyoruz... Görüntüsü, kokusu bildiğimiz kebap, ama tadı... öyle böyle değil, bambaşka.... 


Bu kadar sade, hatta salaş bir kır lokantasında böyle bir lezzet bulabilmek, bu coğrafyanın yüzlerce gizeminden biri bizim için...




Beklentilerimizi fersah fersah aşan bu gastronomi şöleninden sonra, hepimizi çok heyecanlandıran bir istikamete doğru yola çıkıyoruz: kelaynak kuşlarını üretme merkezi.... Türü yok olma tehlikesi altında olanlar için artık bir deyim haline gelmiş olan kelaynaklarla ilgili meğer ne cahilmişiz: Nuh Peygamberin gemisine aldığı canlı türlerinden biri olarak efsanede yer alan kelaynaklar, bu topraklarda bereket sembolü olarak kabul ediliyorlar. Bu göçmen kuşlar, her sene Şubat-Temmuz ayları üremek için Birecik'e gelirlermiş. Hatta o kadar çoklarmış ki, yaşlılar anlatıyor, göç başladığında gökyüzü görülmezmiş kuş sürülerinden. Gel zaman git zaman, yaşam mahallerinin hızla tahrip olması, tarımda kullanılan ilaçlamaların zararı sonucunda sayıları bir elin parmağını geçmez olmuş. Özellikle 1950'deki çekirgelerle mücadelede kullanılan ilaçlama yüzünden, kurtulanlar bile yumurtlamaz olmuş...


1973'e gelindiğinde geriye sadece 26 çift kuş kalmış.... Sonunda, 1977'de Orman Genel Müdürlüğü bünyesinde kurulan bu üretme merkezi sayesinde, bu esasen hayli çirkin kuşlar, tabiatta iz bırakmayacak şekilde yokolmaktan kurtulmuşlar. Neden Birecik sorusunun cevabı ise, yumurtalarının gelişebilmesi için gerekli olan doğal yapının Türkiye ve bölgesinde sadece Birecik'teki kayalarda olması... Bugün bu merkezde 112 kelaynak var ve bunlar dünyada "göçmen" özelliği taşıyan tek kelaynaklar... Zaten dünyada da, hayvanat bahçelerindekiler hariç, 420 tane kalmışlar...


Garip hareketlerle güneşlenen, görüntüleri de pek sevimli olmayan bu nadide kuşları bu kadar yakından görebilmek hepimizi çok heyecanlandırıyor. Neredeyse bir saat onları seyrediyor, merkezdeki uzmanlardan bilgi alıyoruz. Çıkışta, geliri kelaynakların bakımına bırakılan hediyelik eşya dükkanından alışveriş etmeyi de ihmal etmiyoruz.





Ve sıra geldi, en heyecan verici destinasyona: Halfeti... Birecik Baraj Gölü'nün suları altında kalan, bugün hayalet köy niteliğine bürünmüş olan o ünlü Savaşan Köyü'nü göreceğiz sonunda... Tabii ki o etkileyici fotoğraflardan bu yeri tanıyoruz ama gelip görmek ve o suların altında yatanların sadece evlerden ibaret olmadığını, o sularla birlikte insanların ne geçmişleri, ne anıları geride bıraktığını birinci ağızlardan dinlemek hepimiz için altüst edici bir deneyim....



Halfeti tekneye bineceğimiz yer... Burada da tıpkı Birecik'teki gibi, renk ve tabiat tezatı hakim: masmavi baraj gölü suları ve köşe bucak kıraç topraklar, aralarda kerpiç evler... Bizi Savaşan Köyü'ne götürecek teknemizi beklerken, siyah gül fidanları alabileceğimizi öğreniyoruz. Hepimiz ev adreslerimize sipariş veriyoruz... Aylar sonra o siyah güller ilk açtığında, büyük şehirlerdeki hiçbir gülde artık bulunamayan gül kokusu balkonlarımızı sardığında, bize Halfeti'deki o unutulmaz günü hatırlatacağını sipariş verirken tabii ki hiçbirimiz bilmiyoruz...




Baraj gölünde birçok tekne var, içleri yerli turist dolu. Halfeti'den adım adım uzaklaştıkça, doğanın suyla bölünmüş azameti, göl kıyılarını kaplamış yeşillik, tepelerdeki tek bitki yeşermemiş bitek topraklar kaplıyor etrafımızı...





Teknemizdekiler anlatıyorlar... Bugün minaresi suların üzerinde heybetli bir şekilde yükselen köylerini sulara terkederken neler yaşamışlar... Kimisi son ana kadar inat etmiş, evini bırakıp gitmemiş sular yaşam sınırını zorlayana kadar... Kimisi, bahçesine çocukken kendi elleriyle diktiği ağacı bırakmaya kıyamamış, kökleriyle sökmüş topraktan, yeni evinin bahçesine dikmiş, ama dermiş ki artık o ağaç aynı ağaç değilmiş... Ama en zoru, sevdiklerinin sular altında kalacak mezarlarından ayrılmakmış... mezarı taşımak içlerine sinmemiş, bir daha mezarlarını ziyaret edemeyecek olmak ağırlarına gitmiş, iki arada bir derede kalmışlar... hatta rivayet o ki, bazılarının gönlü bu ayrılığa elvermemiş, acılarından göçüp gitmişler ahir dünyadan...









Hiç bilmediğimiz, hiç aklımıza gelmeyen, ama duyunca içimizi acıtan ne hikayeler, ne hikayeler... Savaşan Köyü savaşamamış işte barajın sularıyla, koyvermiş kendini... bugün bomboş, kırgın ve terkedilmiş... 











Dinlediğimiz hikayelerin etkisiyle biz de biraz hüzün, biraz merak ile tekneden seyrediyoruz bu hayalet köyü... hepimiz sessiz, hepimiz suskun, tıpkı Savaşan Köyü gibiyiz....




Halfeti'ye dönerken güneş de artık yavaş yavaş batıyor... Günün yorgunluğuna gönlümüzün yorgunluğu da eklenmiş, ama yaşam da Güneydoğu gezimiz de devam ediyor başka ufuklara, başka şehirlere doğru....


20 Mayıs 2011

MARDİN: İLÇELERİ KENDİSİ KADAR ÜNLÜ ŞEHİR




Mardin, Güneydoğu Anadolu'nun tartışmasız en çok merak edilen şehri... Bunda, Murathan Mungan'ın Paranın Cinleri kitabının etkisi mi daha çok, yoksa bu şehirde geçen popüler dizilerinki mi ya da Mardin'in kum rengi evlerinin yaygın fotoğraflarınınki mi, tartışılır. Ama tartışılmayacak tek bir husus var, Mardin, insanın merakını boşa çıkartmayacak kadar zengin, etkileyici, büyüleyici bir şehir.



Tabii Mardin'i tek şehir merkezi olarak değerlendirmemek lazım: şehrin içi kadar etrafı da gezilecek, görülecek, keşfedilecek mekanlarla dolu. O yüzden bu şehre geldiğinizde en az 2-3 gün ayırmalısınız kendinize ki aklınız burada kalmasın sonra göremedikleriniz yüzünden...


Mardin deyince akla ilk gelen ilçelerden biri Midyat. Günümüzde özellikle burada çekilen diziler sayesinde popülerliği yeniden yakalamış olan bu ilçe yüzyıllar boyu farklı dinlerin ve dillerin kesiştiği bir merkez olmuş.







Taş işleme sanatının en güzel örnekleriyle inşa edilmiş binaları, telkari sanatının en başarılı ürünlerinin sergilendiği çarşısı, kadınlarının el emeği göz nuru el sanatı ürünlerini sattıkları sokak tezgahları ile insanın başını döndüren Midyat mutlaka ayak basmanız, havasını solumanız gereken bir memleket köşesi...








Bugün Anıtlı Köyü diye resmi olarak adlandırılan ama sakinlerinin halen Süryanice adı ile andığı Hah Köyü ise, hayran olunacak taş işçiliğinin ayaklı bir örneği olan Meryem Ana Kilisesi için mutlaka gidilmesi gereken bir destinasyon. Kuruluşu M.Ö 1000 yılına kadar geri giden bu köy, her sene "Meryem Ana'nın İntikali" ayini için dünyanın dört bir yanından doğdukları topraklara geri dönen Süryanileri ağırlıyor.











Deyrulzafaran Süryani Manastırı, Mardin şehir merkezi dışındaki yerlerin en ünlülerinden biri. Her gün otobüsler dolusu turistin yanı sıra, dünyanın dört bir yanından binlerce Süryani M.S. 5. yüzyıldan kalan ve 640 yıl boyunca Süryani Ortodoks patriklerinin de ikamet merkezi olmuş bu mekana akın akın geliyorlar.





Manastır, tam kuruluş tarihi bilinmese de milattan önceye kadar geri giden bir ateş tapınağından, iki kiliseden ve metropolit ve patriklerin mezarlarını içeren Azizler Evi olarak adlandırılan bir binadan oluşuyor.



Taş işleme sanatının yine en etkileyici örneklerini bünyesinde barındıran bu manastır, özellikle ilkbaharda, binbir renkte yabani çiçekleri, buram buram kokan gülleri ile insanı, adı üstünde "bahar" sarhoşu yapıyor. İçeriye grup grup alınan ziyaretçiler için, bekleme alanında geliri manastıra kalan dükkanlar ve kahve-çay servisi yapılan güzel bir teras yapılmış. Vaktin nasıl geçtiğini anlamak mümkün değil bu tarih fışkıran mekanda. 









                       



Dünyanın en eski su kanallarının bulunduğu ve adını ünlü İran hükümdarı Dara Yuvaniş'ten alan Dara Harabeleri ise, insanoğlunun dağlarla ve kayalarla inatlaşmasının sonucu ortaya çıkmış muhteşem yontu örnekleriyle dolu bir antik kent. Mezarları, zindanları, kalesi, barajı, köprüsü ile zamanının en önde gelen şehirlerinden biri olan bu mekanda, tarihin sizi çepeçevre sardığını hissediyorsunuz.




Ama buranın sadece ihtişamlı tarihinde yatmıyor etkileyiciliği, aynı zamanda yakındaki köyün, gelen turistlere yaptıkları çiçekten taçları hediye etmek (vurguluyorum, satmak değil, hediye etmek) telaşındaki çocukları, onlarla yaptığınız sohbetler esas Dara Harabeleri'ni bu derece eşsiz kılıyor.







Ve Savur... Mardin'in yine ancak televizyon dizileriyle popüler kültürün dikkatini çekmiş, halbuki geçmişi Eti Medeniyetine kadar uzanan bir başka ilçesi... Burada Savurlu bir ailenin evine misafir oluyor. Evin hanımı ve gelininin açtığı leziz börekleri yerken, bir yandan da onlardan Mezopotamya'nın bu medeniyet beşiğinin hikayesini dinliyoruz.





Süryani Kıllıt Köyü mutlaka ama mutlaka görülmesi gereken bir yerleşim merkezi... Bugün sadece 10 kişi kalmış zamanında 3 kilisenin, 360 odalı bir manastırın bulunduğu, 8000 kişinin yaşadığı ve artık Dereiçi adıyla anılan bu köyde...




Kalanlar da yaşlılar zaten. Köy meydanındaki çınar ağacının altına attıkları sandalyede, ıssızlığın ve terkedilmişliğin hüküm sürdüğü Kıllıt Köyü'nün bekçiliğini yapıyorlar. Çınar altında onlarla yapacağını sohbet, bu toprakların makus talihini şamar gibi vuruyor yüzünüze: 1970'lere kadar cıvıl cıvıl olan bu köy, 1976'da göçle boşalmaya başlamış, PKK terörünün tavan yaptığı yıllarda da göç geri dönüşü olmayan bir seviyeye çıkmış. Çoğu bugün İsveç'te yaşayan Kıllıtlılar, her yaz tatilinde, köylerine geri dönüyor ve bu binlerce yıllık köye yeniden hayat getiriyorlar.






Köydeki Mor Yuhanun Süryani Kilisesi M.S. 4. yüzyıla tarihlendiriliyor. Kıllıt köyü cemaatinin topladığı kaynaklarla renove edilen kilise, aynı zamanda bahçesinde yüzlerce yıllık lahitlerle de gelenleri büyülüyor. Kıllıt Köyü, bu coğrafyada memleketimizin mozaiğinden teker teker kopup giden kültürlerin acısını iliklerimizde hissettiriyor...