27 Haziran 2019

HIGHLAND BÖLGESİ: İSKOÇYA'NIN KALBİ


Bence Highland Bölgesi'ni görmeden İskoçya'yı görmüş saymamak lazım kendini. Edinburgh, Glasgow gibi büyük şehirler üç aşağı beş yukarı Avrupa kentleriyle aynı ama Highland Bölgesi yüzlerce yıldır üzerinde yaşayan insanlara rağmen doğası bozulmamış, titizlikle korunmuş tarihi ve doğal akışında seyreden İskoç kültürüyle, bu toprakları tanımak için en doğru adres. 

Bizim arabayla gerçekleştirdiğimiz İskoçya seyahatimiz 1 gün Edinburgh sonra Highland Bölgesi ve tekrar Edinburgh'a dönüş ve 2 gün de yine Edinburgh şeklindeydi. Highland Bölgesi'nin gözdesi Isle of Skye'ı zaten daha önceki bir yazımda anlatmıştım (Isle of Skye: Yeşil İnziva). Bugün ise Edinburgh'dan yola çıkıp tekrar Edinburgh'a dönüşe kadar olan süredeki izlenimleri paylaşacağım. 
                  


Altınızda araba olunca, bu güzergahı istediğiniz gibi planlayabiliyorsunuz. Mel Gibson'un başrolünü oynadığı Braveheart filmi favorilerimiz arasında olduğundan, her ne kadar birebir yolumuzun üzerinde olmasa da, filme konu olan tarihi karakter İskoç savaşçı William Wallace anısına dikilmiş Wallace Monument'ı ziyaret ederek başladık biz seyahatimize. 




Stirling isimli küçük bir kasabada yer alan bu 1869 yapımı kule 200'ü aşkın basamaktan oluşan dar ve klostrofobik (karşıdan biri geliyorsa, sizin gerisin geriye gitmeniz gerekiyor o derece dar) bir merdiveni çıkmanızı gerektiriyor. Bazı katlarında sergiler var ama esas ilgi çeken tarafı çatısı ve oradan görülen manzara, tabii rüzgardan uçmamayı becerebilirseniz. 


Herhalde anlaşıldığı üzere, biz Wallace Monument'a pek bayılmadık, illa görülmesi gereken yerlerden biri değil (kafesi çok güzeldi o başka) ama Stirling'e giderken rastladığımız Logie Kirk gibi küçük ve eski kiliseleri gezme imkanı elde edince, o kadar da büyük kayıp değil dedik.  

Eğer mimari ilginiz çeken bir alansa, mutlaka görmenizi tavsiye edeceğim yer Helensburgh'daki "The Hill House". Ünlü İskoç mimar Charles Rennie Mackintosh tarafından inşa ve dekore edilmiş bu ev "Art Nouveau" akımının en güzel örneklerinden biri sayılıyor. 1904 senesinden kaldığı düşünülürse, evin modern çizgisi o dönem için ne kadar sıradışı idi, insan gözünde canlandırabiliyor. Bizim en çok keyif aldığımız yerlerden biri oldu The Hill House. 


Seyahatimizin bir sonraki durağı ise Loch Lomond kıyısındaki (Loch İskoç dilinde "göl" demek) Luss kasabası oldu. Luss, çoğu yaşlı sadece 200 kişinin yaz-kış yaşadığı, Hansel ve Gretel masalından çıkma sevimli evlerden oluşan bir Ortaçağ kasabası. Tabii kasabadaki binaların çoğu 18. yüzyıldan kalma, öncekiler yıkılmış. 


                 


Her taraf çiçek, her ev özene bezene yapılmış pencerelere sahip, çok turistik olduğu için bir sürü hediyelik eşya dükkanı dolu, göl kıyısında kuğuların dolaştığı rüya gibi bir kasaba. Kasabanın en ünlü noktası içinde bir Viking mezarı da bulunan Parish Kilisesi ve mezarlığı. Öğle yemeği yemek için de güzel bir nokta burası. Luss'ı görmeden olmaz kısacası. 


İskoçya'da bolca şato var, hepsini gezmeye sınırlı zaman yetmez. O nedenle biz de seyahate çıkmadan önce göreceğimiz şatoları önceliklendirmiştik. Invereray Şatosu da bunlardan biriydi. Şatoların hep turist dolu ve dolayısıyla kalabalık olduğunu bildiğimiz için 14. yüzyıldan kalma (tabii mevcut yapı 17. yüzyıldan) bu şatoyu akşamüstü, kapanmadan hemen önce gezdik. Bu sayede muhteşem bahçesinde sessizliğin ve doğanın tadını çıkartabildik, içerisini itiş kakış olmadan gezebildik. 

Bu şato Argyll Düküne ait ve şatonun bir yarısı müze olarak gezilebilirken, diğer yarısında 13. Argyll Dükü ve ailesi yaşıyor. Şatonun gezilebilen bölümünde de aileye ait fotoğraflar vs yer alıyor. Benim en sevdiğim şato Invereray oldu açıkçası. 






Highland Bölgesi gezimizin ilk gecesinde Oban'da kaldık. Oban bir liman şehri, fazla turistik bir yanı yok. Bununla birlikte, İskoçya'nın deniz ürünleri merkezi sayılıyor ve en ünlü restoranı da "Ee-Usk" gibi garip bir adı olan yer. Şuursuzca rezervasyon yaptırmadan gittiğimiz için biz biraz sıra bekledik ama masamız hazır olup da o midyeleri, o ıstakozları mideye indirince, iyi ki gelmişiz dedik. Yolunuz Oban'a düşerse, bu restorana mutlaka gidin. 

          


Turistik değil dedim ama biz yine de Oban'ı çok sevdik, gün batımındaki manzarası, denize nazır sıra sıra dizilmiş eski evleri çok hoşumuza gitti. Burada deniz kenarındaki Best Western the Queen adlı otelde kaldık. Manzaramız, otelin bir önceki yüzyıldan kalmış hissettirten ortamı, ilgili, alakalı hizmet doğru bir otel seçimi yaptığımızı teyid etti. 

Highland seyahatinin ikinci gününde ünlü Jacobite Steam Train gezimiz vardı, popüler kültürde Harry Potter treni diye biliniyor. Fort William'dan kalkıyor, Mallaig isimli bir balıkçı kasabasına gidiyor, orada 2 saat kalıp, Fort William'a geri dönüyor, tamamiyle turistik, gezi amaçlı bir tren. İsterseniz tek yönlü de gidebiliyorsunuz ki biz bu alternatifi tercih ettik, Mallaig'de inip oradan arabayla devam ettik. 


Tren seyahati boyunca gördüğümüz manzaraların büyüleyici olduğunu belirtmeliyim ama bir daha buharlı tren mi, iki kere düşünmem lazım!!! Bütün camlar kapalı olmasına rağmen üstümüz başımız, her yerimiz is oldu. Ünlü Glennfinnan Viyadüğünden geçmek tabii ki unutulmaz ve heyecan verici bir deneyimdi, o anlamda pişman değilim bu trenle gezdiğimiz için ama bir daha buharlı trene bineceksem, yine en az bu kadar güzel bir manzara olmasını şart koşarım. 


Trenden indiğimiz Mallaig ufacık bir balıkçı kasabası. Trenin son durağı olmasa balıkçılar dışında buraya gelen olur mu, emin değilim. Tabii tren kendi ekonomisini de yaratmış: ufacık kasabada 5-6 tane restoran var ama hepsi aile işletmesi ve çok büyük değil. O yüzden Mallaig'e öğle saatinde gelecekseniz, önceden rezervasyon yaptırmamanız halinde, yemek için açıkta kalmanız olası. Biz bunu okuyup önceden Cornerstone isimli lokantada yer ayırtmıştık ve bu sayede yine birbirinden leziz deniz ürünleriyle keyifli bir yemek yedik. 

Highland seyatimizin bir sonraki istikameti Isle of Skye'dı ama orayı, daha önce detaylı yazdığım için, geçiyorum. Sırada Isle of Skye'daki iki günden sonraki ilk ziyaret noktamız olan Eilean Donan Şatosu var. Burası İskoçya'nın en çok fotoğraflanan kalesi olma özelliğini taşıyor, 3 gölün birleştiği yerdeki konumu bu özelliğin en temel nedeni. Şato bir savaşta yıkıldıktan sonra uzun yıllar o halde kalmış, 1900'lerin başında yeniden inşa edilmiş ama görüntüsü çok daha eski. İçi bence çok da etkileyici değil, uzaktan izlemek daha güzel. Hele bir de gaydacıya rast gelirseniz oradayken, buram buram İskoçya kokan bir deneyim oluyor bu şatoyu ziyaret. 

Bu şatonun ardından bizim güzergahta yine bir şato vardı ama bu zaruri bir ziyaret oldu. Urquhart Şatosu diğerleriyle karşılaştırıldığında epey zayıf, özellikle kalıntılar açısından ama canavarıyla ünlü Loch Ness'te yapacağımız tekne gezisi buradan kalktığı için biz bu şatoyu da gezmiş olduk. 

Highland Bölgesini gezerken Loch Ness tekne gezisi yapmazsanız kafanıza vuruyorlar adeta ama bence o kadar da olmazsa olmaz bir aktivite değil. Tabii doğal bir ortam, yemyeşil her yer, göl güzel ama dünyada kırsal bir bölgede gölde gezerseniz ne görürseniz burada da onlar var, üstüne bir tek ticarileşmiş Ness Gölü Canavarı teması ekleyin yeter. Göl gezisi çepeçevre tüm göl de olabiliyor, bizimki gibi tek yönlü de olabiliyor, ben tek yönlü olanı tavsiye ediyorum. 


Buradan sonraki istikametimiz benim aslında hiç istemediğim ama İskoçya'daki programımızda bize yardımcı olan firmanın çok ısrarcı olduğu Culloden Savaş Meydanı oldu. Bu savaş İskoçya tarihinde çok önemli bir yer tutuyor. İskoçya'nın İngiltere'den bağımsızlığı için attığı en önemli adım ama maalesef bu savaşı kaybetmişler. Açıkçası hiç ilgimi çekmeyen bir konuydu ama oraya gidince anladım ki, Culloden'i görmeden İskoçya'yı anlamak mümkün değilmiş!!

Aslında burası otlarla kaplı dümdüz bir alan, savaşın gerçekleştiği meydan, hiçbir şey yok boydan boya tarlalar dışında ama bu bölgeye girmeden önce bir müze var. İşte o müzede, hiç sıkıcı olmayan bir şekilde o savaşa yol açan şartlar bol görselli bir şekilde anlatılıyor, sonra savaştaki aşamalar tek tek canlandırılıyor ve siz müzeden çıkıp da o boş tarlalara geçince, gözünüzde o savaş anlarını detay detay canlandırabiliyorsunuz. Culloden'i gezince açıkçası içim cızladı, keşke Sakarya Meydan Muharebesi'nin olduğu yerde bizim de böyle bir müzemiz olsaydı diye... Bildiğim kadarıyla sadece bir anıt var orada... 


Bu savaş meydanından sonra, Highland bölgesinde son gecemizi Fort Augustus isimli küçücük bir kasabada geçirdik. Kasabanın öyle anlatılacak bir tarafı yok ama kaldığımız otel bir harikaydı. Inch Hotel adındaki bu otel, tam Agatha Christie romanlarından fırlamış gibi, yemyeşil çayırların ortasında taş bir binaydı. Salonda bir şömine, avlanmış hayvanların kafaları duvarlarda, tik tak duvar saatleri dışında ses yok... Unutulmaz bir akşam geçirdik biz orada. 

Higlands seyahatimizin son güzergahı Pitlochry kasabasıydı. Küçük, sevimli, bakımlı bir kasaba burası, diğer birçok İskoç kasabası gibi. Burayı seçmemizin esas nedeni Edreadour isimli viski damıtım merkezini gezmekti. Malum, İskoçya demek viski demek ve viski kendi başına bir turizm alanı bu ülkede. Sırf ülkedeki viski üretim merkezlerini gezmek için gelenler var, zaten adım başı da bir viski üretim yeri var. 

Edreadour'u tercih etmemizin nedeni, burasının manuel üretime devam eden tek yer olmasıydı. Çok az ve öz üretim yapıyorlar. Öyle ki bir yıllık üretimleri diğer birçok markanın bir günlük üretimine ancak tekabül edebiliyor. Burada viski hakkında bol bol bilgi edindik, değişik viski türleri tadımına katıldık ve üretimi bizzat gözlemledik. 


İşte adım adım bizim Highland bölgesi gezimiz. Oralara gitmeyi düşünürseniz, güzergah belirlemede umarım yardımcı olur sizlere....