Urfa'nın merkezinde değiliz bugün... Urfa sınırları içinde kalmakla birlikte, şanı şehri geçmiş, adeta kendi başına şehirleşmiş Halfeti ve adını, bölgeyi sular altında bırakan baraja veren Birecik ilçelerini geziyoruz... Önümüzde uzanan coğrafya kafa karıştırıcı: sınırsızca uzanan çorak, bej rengi topraklar, onları delip geçen bir mavilik ve o maviliğin kenarlarında yavaş yavaş beliren yeşiller... İnsanoğlunun doğayla bitmek bilmeyen mücadelesi, doğanın karşı konmaz üstünlüğü... Birbirinin üstesinden gelmeye savaşan iki güç... Bu coğrafyaya işte bu mücadele hakim...
İlk durağımız, Birecik'e Fırat'ın diğer yakasından bakan bir kır lokantası: Kıyı Restoran... karşımızda kayaların arasına serpilmiş, renkleriyle kayalardan ayırdedilmesi zor kerpiç evler, doğanın kuraklığını yansıtan durgun sular, üzerinden arada sırada tek tük araç geçen bir köprü, nehrin kıyısında etrafın renksizliğine inat ama hafif rüzgarla nazlı nazlı salınan söğüt ağaçları ve arkalarında uzanan kıraç tepeler... Mayıs ayının insanı boğmayan ılık havasında, öve öve bitirilemeyen Birecik kebabı siparişi veriyoruz... "Güneydoğu seyahatimiz boyunca tatmadığımız kebap kalmadı, Birecik'in kebabı ne kadar farklı olabilir ki" sorumuzun gülünçlüğünü ancak yemekler gelince anlayabiliyoruz... Görüntüsü, kokusu bildiğimiz kebap, ama tadı... öyle böyle değil, bambaşka....
Bu kadar sade, hatta salaş bir kır lokantasında böyle bir lezzet bulabilmek, bu coğrafyanın yüzlerce gizeminden biri bizim için...
Beklentilerimizi fersah fersah aşan bu gastronomi şöleninden sonra, hepimizi çok heyecanlandıran bir istikamete doğru yola çıkıyoruz: kelaynak kuşlarını üretme merkezi.... Türü yok olma tehlikesi altında olanlar için artık bir deyim haline gelmiş olan kelaynaklarla ilgili meğer ne cahilmişiz: Nuh Peygamberin gemisine aldığı canlı türlerinden biri olarak efsanede yer alan kelaynaklar, bu topraklarda bereket sembolü olarak kabul ediliyorlar. Bu göçmen kuşlar, her sene Şubat-Temmuz ayları üremek için Birecik'e gelirlermiş. Hatta o kadar çoklarmış ki, yaşlılar anlatıyor, göç başladığında gökyüzü görülmezmiş kuş sürülerinden. Gel zaman git zaman, yaşam mahallerinin hızla tahrip olması, tarımda kullanılan ilaçlamaların zararı sonucunda sayıları bir elin parmağını geçmez olmuş. Özellikle 1950'deki çekirgelerle mücadelede kullanılan ilaçlama yüzünden, kurtulanlar bile yumurtlamaz olmuş...
1973'e gelindiğinde geriye sadece 26 çift kuş kalmış.... Sonunda, 1977'de Orman Genel Müdürlüğü bünyesinde kurulan bu üretme merkezi sayesinde, bu esasen hayli çirkin kuşlar, tabiatta iz bırakmayacak şekilde yokolmaktan kurtulmuşlar. Neden Birecik sorusunun cevabı ise, yumurtalarının gelişebilmesi için gerekli olan doğal yapının Türkiye ve bölgesinde sadece Birecik'teki kayalarda olması... Bugün bu merkezde 112 kelaynak var ve bunlar dünyada "göçmen" özelliği taşıyan tek kelaynaklar... Zaten dünyada da, hayvanat bahçelerindekiler hariç, 420 tane kalmışlar...
Garip hareketlerle güneşlenen, görüntüleri de pek sevimli olmayan bu nadide kuşları bu kadar yakından görebilmek hepimizi çok heyecanlandırıyor. Neredeyse bir saat onları seyrediyor, merkezdeki uzmanlardan bilgi alıyoruz. Çıkışta, geliri kelaynakların bakımına bırakılan hediyelik eşya dükkanından alışveriş etmeyi de ihmal etmiyoruz.
Ve sıra geldi, en heyecan verici destinasyona: Halfeti... Birecik Baraj Gölü'nün suları altında kalan, bugün hayalet köy niteliğine bürünmüş olan o ünlü Savaşan Köyü'nü göreceğiz sonunda... Tabii ki o etkileyici fotoğraflardan bu yeri tanıyoruz ama gelip görmek ve o suların altında yatanların sadece evlerden ibaret olmadığını, o sularla birlikte insanların ne geçmişleri, ne anıları geride bıraktığını birinci ağızlardan dinlemek hepimiz için altüst edici bir deneyim....
Halfeti tekneye bineceğimiz yer... Burada da tıpkı Birecik'teki gibi, renk ve tabiat tezatı hakim: masmavi baraj gölü suları ve köşe bucak kıraç topraklar, aralarda kerpiç evler... Bizi Savaşan Köyü'ne götürecek teknemizi beklerken, siyah gül fidanları alabileceğimizi öğreniyoruz. Hepimiz ev adreslerimize sipariş veriyoruz... Aylar sonra o siyah güller ilk açtığında, büyük şehirlerdeki hiçbir gülde artık bulunamayan gül kokusu balkonlarımızı sardığında, bize Halfeti'deki o unutulmaz günü hatırlatacağını sipariş verirken tabii ki hiçbirimiz bilmiyoruz...
Baraj gölünde birçok tekne var, içleri yerli turist dolu. Halfeti'den adım adım uzaklaştıkça, doğanın suyla bölünmüş azameti, göl kıyılarını kaplamış yeşillik, tepelerdeki tek bitki yeşermemiş bitek topraklar kaplıyor etrafımızı...
Teknemizdekiler anlatıyorlar... Bugün minaresi suların üzerinde heybetli bir şekilde yükselen köylerini sulara terkederken neler yaşamışlar... Kimisi son ana kadar inat etmiş, evini bırakıp gitmemiş sular yaşam sınırını zorlayana kadar... Kimisi, bahçesine çocukken kendi elleriyle diktiği ağacı bırakmaya kıyamamış, kökleriyle sökmüş topraktan, yeni evinin bahçesine dikmiş, ama dermiş ki artık o ağaç aynı ağaç değilmiş... Ama en zoru, sevdiklerinin sular altında kalacak mezarlarından ayrılmakmış... mezarı taşımak içlerine sinmemiş, bir daha mezarlarını ziyaret edemeyecek olmak ağırlarına gitmiş, iki arada bir derede kalmışlar... hatta rivayet o ki, bazılarının gönlü bu ayrılığa elvermemiş, acılarından göçüp gitmişler ahir dünyadan...
Hiç bilmediğimiz, hiç aklımıza gelmeyen, ama duyunca içimizi acıtan ne hikayeler, ne hikayeler... Savaşan Köyü savaşamamış işte barajın sularıyla, koyvermiş kendini... bugün bomboş, kırgın ve terkedilmiş...
Dinlediğimiz hikayelerin etkisiyle biz de biraz hüzün, biraz merak ile tekneden seyrediyoruz bu hayalet köyü... hepimiz sessiz, hepimiz suskun, tıpkı Savaşan Köyü gibiyiz....
Halfeti'ye dönerken güneş de artık yavaş yavaş batıyor... Günün yorgunluğuna gönlümüzün yorgunluğu da eklenmiş, ama yaşam da Güneydoğu gezimiz de devam ediyor başka ufuklara, başka şehirlere doğru....