23 Mayıs 2011

HALFETİ-BİRECİK: DOĞA VE İNSANOĞLUNUN MÜCADELESİ



Urfa'nın merkezinde değiliz bugün... Urfa sınırları içinde kalmakla birlikte, şanı şehri geçmiş, adeta kendi başına şehirleşmiş Halfeti ve adını, bölgeyi sular altında bırakan baraja veren Birecik ilçelerini geziyoruz... Önümüzde uzanan coğrafya kafa karıştırıcı: sınırsızca uzanan çorak, bej rengi topraklar, onları delip geçen bir mavilik ve o maviliğin kenarlarında yavaş yavaş beliren yeşiller... İnsanoğlunun doğayla bitmek bilmeyen mücadelesi, doğanın karşı konmaz üstünlüğü... Birbirinin üstesinden gelmeye savaşan iki güç... Bu coğrafyaya işte bu mücadele hakim...


İlk durağımız, Birecik'e Fırat'ın diğer yakasından bakan bir kır lokantası: Kıyı Restoran... karşımızda kayaların arasına serpilmiş, renkleriyle kayalardan ayırdedilmesi zor kerpiç evler, doğanın kuraklığını yansıtan durgun sular, üzerinden arada sırada tek tük araç geçen bir köprü, nehrin kıyısında etrafın renksizliğine inat ama hafif rüzgarla nazlı nazlı salınan söğüt ağaçları ve arkalarında uzanan kıraç tepeler... Mayıs ayının insanı boğmayan ılık havasında, öve öve bitirilemeyen Birecik kebabı siparişi veriyoruz... "Güneydoğu seyahatimiz boyunca tatmadığımız kebap kalmadı, Birecik'in kebabı ne kadar farklı olabilir ki" sorumuzun gülünçlüğünü ancak yemekler gelince anlayabiliyoruz... Görüntüsü, kokusu bildiğimiz kebap, ama tadı... öyle böyle değil, bambaşka.... 


Bu kadar sade, hatta salaş bir kır lokantasında böyle bir lezzet bulabilmek, bu coğrafyanın yüzlerce gizeminden biri bizim için...




Beklentilerimizi fersah fersah aşan bu gastronomi şöleninden sonra, hepimizi çok heyecanlandıran bir istikamete doğru yola çıkıyoruz: kelaynak kuşlarını üretme merkezi.... Türü yok olma tehlikesi altında olanlar için artık bir deyim haline gelmiş olan kelaynaklarla ilgili meğer ne cahilmişiz: Nuh Peygamberin gemisine aldığı canlı türlerinden biri olarak efsanede yer alan kelaynaklar, bu topraklarda bereket sembolü olarak kabul ediliyorlar. Bu göçmen kuşlar, her sene Şubat-Temmuz ayları üremek için Birecik'e gelirlermiş. Hatta o kadar çoklarmış ki, yaşlılar anlatıyor, göç başladığında gökyüzü görülmezmiş kuş sürülerinden. Gel zaman git zaman, yaşam mahallerinin hızla tahrip olması, tarımda kullanılan ilaçlamaların zararı sonucunda sayıları bir elin parmağını geçmez olmuş. Özellikle 1950'deki çekirgelerle mücadelede kullanılan ilaçlama yüzünden, kurtulanlar bile yumurtlamaz olmuş...


1973'e gelindiğinde geriye sadece 26 çift kuş kalmış.... Sonunda, 1977'de Orman Genel Müdürlüğü bünyesinde kurulan bu üretme merkezi sayesinde, bu esasen hayli çirkin kuşlar, tabiatta iz bırakmayacak şekilde yokolmaktan kurtulmuşlar. Neden Birecik sorusunun cevabı ise, yumurtalarının gelişebilmesi için gerekli olan doğal yapının Türkiye ve bölgesinde sadece Birecik'teki kayalarda olması... Bugün bu merkezde 112 kelaynak var ve bunlar dünyada "göçmen" özelliği taşıyan tek kelaynaklar... Zaten dünyada da, hayvanat bahçelerindekiler hariç, 420 tane kalmışlar...


Garip hareketlerle güneşlenen, görüntüleri de pek sevimli olmayan bu nadide kuşları bu kadar yakından görebilmek hepimizi çok heyecanlandırıyor. Neredeyse bir saat onları seyrediyor, merkezdeki uzmanlardan bilgi alıyoruz. Çıkışta, geliri kelaynakların bakımına bırakılan hediyelik eşya dükkanından alışveriş etmeyi de ihmal etmiyoruz.





Ve sıra geldi, en heyecan verici destinasyona: Halfeti... Birecik Baraj Gölü'nün suları altında kalan, bugün hayalet köy niteliğine bürünmüş olan o ünlü Savaşan Köyü'nü göreceğiz sonunda... Tabii ki o etkileyici fotoğraflardan bu yeri tanıyoruz ama gelip görmek ve o suların altında yatanların sadece evlerden ibaret olmadığını, o sularla birlikte insanların ne geçmişleri, ne anıları geride bıraktığını birinci ağızlardan dinlemek hepimiz için altüst edici bir deneyim....



Halfeti tekneye bineceğimiz yer... Burada da tıpkı Birecik'teki gibi, renk ve tabiat tezatı hakim: masmavi baraj gölü suları ve köşe bucak kıraç topraklar, aralarda kerpiç evler... Bizi Savaşan Köyü'ne götürecek teknemizi beklerken, siyah gül fidanları alabileceğimizi öğreniyoruz. Hepimiz ev adreslerimize sipariş veriyoruz... Aylar sonra o siyah güller ilk açtığında, büyük şehirlerdeki hiçbir gülde artık bulunamayan gül kokusu balkonlarımızı sardığında, bize Halfeti'deki o unutulmaz günü hatırlatacağını sipariş verirken tabii ki hiçbirimiz bilmiyoruz...




Baraj gölünde birçok tekne var, içleri yerli turist dolu. Halfeti'den adım adım uzaklaştıkça, doğanın suyla bölünmüş azameti, göl kıyılarını kaplamış yeşillik, tepelerdeki tek bitki yeşermemiş bitek topraklar kaplıyor etrafımızı...





Teknemizdekiler anlatıyorlar... Bugün minaresi suların üzerinde heybetli bir şekilde yükselen köylerini sulara terkederken neler yaşamışlar... Kimisi son ana kadar inat etmiş, evini bırakıp gitmemiş sular yaşam sınırını zorlayana kadar... Kimisi, bahçesine çocukken kendi elleriyle diktiği ağacı bırakmaya kıyamamış, kökleriyle sökmüş topraktan, yeni evinin bahçesine dikmiş, ama dermiş ki artık o ağaç aynı ağaç değilmiş... Ama en zoru, sevdiklerinin sular altında kalacak mezarlarından ayrılmakmış... mezarı taşımak içlerine sinmemiş, bir daha mezarlarını ziyaret edemeyecek olmak ağırlarına gitmiş, iki arada bir derede kalmışlar... hatta rivayet o ki, bazılarının gönlü bu ayrılığa elvermemiş, acılarından göçüp gitmişler ahir dünyadan...









Hiç bilmediğimiz, hiç aklımıza gelmeyen, ama duyunca içimizi acıtan ne hikayeler, ne hikayeler... Savaşan Köyü savaşamamış işte barajın sularıyla, koyvermiş kendini... bugün bomboş, kırgın ve terkedilmiş... 











Dinlediğimiz hikayelerin etkisiyle biz de biraz hüzün, biraz merak ile tekneden seyrediyoruz bu hayalet köyü... hepimiz sessiz, hepimiz suskun, tıpkı Savaşan Köyü gibiyiz....




Halfeti'ye dönerken güneş de artık yavaş yavaş batıyor... Günün yorgunluğuna gönlümüzün yorgunluğu da eklenmiş, ama yaşam da Güneydoğu gezimiz de devam ediyor başka ufuklara, başka şehirlere doğru....


20 Mayıs 2011

MARDİN: İLÇELERİ KENDİSİ KADAR ÜNLÜ ŞEHİR




Mardin, Güneydoğu Anadolu'nun tartışmasız en çok merak edilen şehri... Bunda, Murathan Mungan'ın Paranın Cinleri kitabının etkisi mi daha çok, yoksa bu şehirde geçen popüler dizilerinki mi ya da Mardin'in kum rengi evlerinin yaygın fotoğraflarınınki mi, tartışılır. Ama tartışılmayacak tek bir husus var, Mardin, insanın merakını boşa çıkartmayacak kadar zengin, etkileyici, büyüleyici bir şehir.



Tabii Mardin'i tek şehir merkezi olarak değerlendirmemek lazım: şehrin içi kadar etrafı da gezilecek, görülecek, keşfedilecek mekanlarla dolu. O yüzden bu şehre geldiğinizde en az 2-3 gün ayırmalısınız kendinize ki aklınız burada kalmasın sonra göremedikleriniz yüzünden...


Mardin deyince akla ilk gelen ilçelerden biri Midyat. Günümüzde özellikle burada çekilen diziler sayesinde popülerliği yeniden yakalamış olan bu ilçe yüzyıllar boyu farklı dinlerin ve dillerin kesiştiği bir merkez olmuş.







Taş işleme sanatının en güzel örnekleriyle inşa edilmiş binaları, telkari sanatının en başarılı ürünlerinin sergilendiği çarşısı, kadınlarının el emeği göz nuru el sanatı ürünlerini sattıkları sokak tezgahları ile insanın başını döndüren Midyat mutlaka ayak basmanız, havasını solumanız gereken bir memleket köşesi...








Bugün Anıtlı Köyü diye resmi olarak adlandırılan ama sakinlerinin halen Süryanice adı ile andığı Hah Köyü ise, hayran olunacak taş işçiliğinin ayaklı bir örneği olan Meryem Ana Kilisesi için mutlaka gidilmesi gereken bir destinasyon. Kuruluşu M.Ö 1000 yılına kadar geri giden bu köy, her sene "Meryem Ana'nın İntikali" ayini için dünyanın dört bir yanından doğdukları topraklara geri dönen Süryanileri ağırlıyor.











Deyrulzafaran Süryani Manastırı, Mardin şehir merkezi dışındaki yerlerin en ünlülerinden biri. Her gün otobüsler dolusu turistin yanı sıra, dünyanın dört bir yanından binlerce Süryani M.S. 5. yüzyıldan kalan ve 640 yıl boyunca Süryani Ortodoks patriklerinin de ikamet merkezi olmuş bu mekana akın akın geliyorlar.





Manastır, tam kuruluş tarihi bilinmese de milattan önceye kadar geri giden bir ateş tapınağından, iki kiliseden ve metropolit ve patriklerin mezarlarını içeren Azizler Evi olarak adlandırılan bir binadan oluşuyor.



Taş işleme sanatının yine en etkileyici örneklerini bünyesinde barındıran bu manastır, özellikle ilkbaharda, binbir renkte yabani çiçekleri, buram buram kokan gülleri ile insanı, adı üstünde "bahar" sarhoşu yapıyor. İçeriye grup grup alınan ziyaretçiler için, bekleme alanında geliri manastıra kalan dükkanlar ve kahve-çay servisi yapılan güzel bir teras yapılmış. Vaktin nasıl geçtiğini anlamak mümkün değil bu tarih fışkıran mekanda. 









                       



Dünyanın en eski su kanallarının bulunduğu ve adını ünlü İran hükümdarı Dara Yuvaniş'ten alan Dara Harabeleri ise, insanoğlunun dağlarla ve kayalarla inatlaşmasının sonucu ortaya çıkmış muhteşem yontu örnekleriyle dolu bir antik kent. Mezarları, zindanları, kalesi, barajı, köprüsü ile zamanının en önde gelen şehirlerinden biri olan bu mekanda, tarihin sizi çepeçevre sardığını hissediyorsunuz.




Ama buranın sadece ihtişamlı tarihinde yatmıyor etkileyiciliği, aynı zamanda yakındaki köyün, gelen turistlere yaptıkları çiçekten taçları hediye etmek (vurguluyorum, satmak değil, hediye etmek) telaşındaki çocukları, onlarla yaptığınız sohbetler esas Dara Harabeleri'ni bu derece eşsiz kılıyor.







Ve Savur... Mardin'in yine ancak televizyon dizileriyle popüler kültürün dikkatini çekmiş, halbuki geçmişi Eti Medeniyetine kadar uzanan bir başka ilçesi... Burada Savurlu bir ailenin evine misafir oluyor. Evin hanımı ve gelininin açtığı leziz börekleri yerken, bir yandan da onlardan Mezopotamya'nın bu medeniyet beşiğinin hikayesini dinliyoruz.





Süryani Kıllıt Köyü mutlaka ama mutlaka görülmesi gereken bir yerleşim merkezi... Bugün sadece 10 kişi kalmış zamanında 3 kilisenin, 360 odalı bir manastırın bulunduğu, 8000 kişinin yaşadığı ve artık Dereiçi adıyla anılan bu köyde...




Kalanlar da yaşlılar zaten. Köy meydanındaki çınar ağacının altına attıkları sandalyede, ıssızlığın ve terkedilmişliğin hüküm sürdüğü Kıllıt Köyü'nün bekçiliğini yapıyorlar. Çınar altında onlarla yapacağını sohbet, bu toprakların makus talihini şamar gibi vuruyor yüzünüze: 1970'lere kadar cıvıl cıvıl olan bu köy, 1976'da göçle boşalmaya başlamış, PKK terörünün tavan yaptığı yıllarda da göç geri dönüşü olmayan bir seviyeye çıkmış. Çoğu bugün İsveç'te yaşayan Kıllıtlılar, her yaz tatilinde, köylerine geri dönüyor ve bu binlerce yıllık köye yeniden hayat getiriyorlar.






Köydeki Mor Yuhanun Süryani Kilisesi M.S. 4. yüzyıla tarihlendiriliyor. Kıllıt köyü cemaatinin topladığı kaynaklarla renove edilen kilise, aynı zamanda bahçesinde yüzlerce yıllık lahitlerle de gelenleri büyülüyor. Kıllıt Köyü, bu coğrafyada memleketimizin mozaiğinden teker teker kopup giden kültürlerin acısını iliklerimizde hissettiriyor...


18 Mayıs 2011

DİYARBAKIR: 2011 İZLENİMLERİ


Diyarbakır, 2011 ilkbaharında yaptığımız Güneydoğu Anadolu gezimizin ilk durağıydı. Birlikte gittiğimiz ekipte neredeyse hepimiz ilk kez ülkenin bu coğrafyasına ayak basıyorduk. Ön yargılarımızı da beraberimizde taşımıştık bu topraklara. Gezi kapsamındaki diğer şehirlerden ziyade Diyarbakır biraz daha ürkütücü geliyordu. Hele de gelmeden önce duyduğumuz kapkaççılık ve hırsızlık hikayeleri de ön yargılara eklenince gergindik bile diyebilirim. Ama bizi karşılayan doğa, insanlar ve medeniyet hepimizi bir adım öteye taşıdı ve şuna gönülden inanıyorum ki, hepimizin hayat görüşünü kapsamlı bir şekilde değiştirdi.

Diyarbakır'ın dizi dizi sitelerden ve TOKİ evlerinden oluşan modern bir bölümü var ama tabii ki şehre ilk kez gelenler için esas gizem ve çekicilik buram buram tarih kokan eski şehirde yatıyor.

Dört isimli ünlü köprüyle başlayalım Diyarbakır'ı keşfe:  Dicle Köprüsü, nam-ı diğer On Gözlü Köprü, nam-ı diğer Silvan Köprüsü, nam-ı diğer Mervani Köprüsü. Dünyada dört ayrı ismi olan tek köprü olsa gerek diye düşündüğüm bu taş köprü altıncı yüzyıldan kalmış ama tabii ki yıllar boyunca özellikle savaşlar ve kuşatmalar esnasında bolca yıkılmış, bolca yeniden inşa edilmiş. Heybetli görüntüsüyle insanı gerçekten etkileyen bir köprü burası.






Hemen çaprazında biraz tepede Semanoğlu (Gazi) Köşkü yer alıyor. Mustafa Kemal Atatürk'ün Çanakkale Savaşı sonrası 16. Kolordu Komutanı olarak doğuya atanması sonrasında, 1916-1917 arasında tam bir yıl bu tipik Diyarbakır evinde konaklaması sonrasında Gazi Köşkü diye anılmaya başlanan bu ev, bugün bir müze işlevi görüyor. Yöreye özgü siyah taşlardan yapılmış bu köşk, yüzyılın başındaki iç dekorasyonun ve mimarinin bir örneğini teşkil etmesi nedeniyle turistlerin ilgisini çekiyor.









Diyarbakır'da mutlaka ziyaret edilmesi gereken bir başka ev ise, ünlü şairimiz Cahit Sıtkı Tarancı'nın doğduğu ve bugün onun adını taşıyan müze. Maalesef bizim Diyarbakır'da olduğumuz gün, evin içine girmek mümkün olmadı, sadece avlu açıktı. Ama bizim oralarda dolaştığımızı görüp yanımıza gelen Diyarbakırlı çocukların bize ezberledikleri Cahit Sıtkı Tarancı şiirlerinden oluşan doğaçlama gösteriyi bu rengarenk güllerle dolu avluda sunmaları sayesinde, müzenin içini görmemiş olmak hiç de öyle olumsuz etki yaratmadı üzerimizde.









Diyarbakır'ın dini mekanları denince akla ilk gelen, Ulu Camii. 639 yılında şehrin Müslümanların eline geçmesi sonucunda Martoma Kilisesi'nden dönüştürülen bu cami, İslam aleminin beşinci Harem-i Şerif'i olarak anılmanın yanı sıra, ünlü bilgin El Cezeri'nin yaptığı güneş saatini içermesiyle de çok ünlü. Deprem ve yangınlar sonucu tarih boyunca epey değişiklik yaşamış olan mimarisi, yine yöreye özgü siyah taşlarla öne çıkıyor.






Şehrin bir diğer önemli camisi Behrampaşa Camii ise ünlü Mimar Sinan'ın imzasını taşıyor. Bazalt taşlardan oluşan bu orijinal eser hem Diyarbakır'ın yerel mimarisini yansıtması, hem çinileri, hem de günümüzden 500 yıl öncesinden gelen modern taş tekniği ile Mimar Sinan'ın nadide eserlerinden biri olarak addediliyor.







Halk arasında "Dört Ayaklı Minare" olarak adlandırılan Şeyh Mutahhar Camii adını, türbesi üzerine yapılmasından dolayı Şeyh Mutahhar'dan alıyor. Kitabesinde, 1500 yılında Akkoyunlu hükümdarı Kasım Bey zamanında yaptırıldığı yazan bu cami, sütun üzerine oturan kare mimarisiyle Anadolu'daki tek örnek olma özelliğini taşıyor. Diğer camilere nazaran, etrafı en kalabalık caminin burası olması da aslında bir tesadüf değil: inanışa göre dilek tutup minarenin altından yedi kere geçerseniz dileğiniz tutarmış...






Diyarbakır'daki Hristiyan cemaatin dini mekanı ise, Mor Petyun Kildani Katolik Kilisesi. Bu kilisenin cemaati Keldaniler, aslında Süryanilerin doğu kolundan geliyorlar ancak 14. yüzyılda Katolik olmuşlar ancak papaya bağlı olarak sürdürdükleri dinlerini kendi inançlarıyla birleştirerek devam ettirmişler. Günümüzde bu kilisenin cemaati sadece 10 aileden oluşuyor ama kilise yine de yerli yerinde, her pazar ayinlere ev sahipliği yapıyor ve son derece bakımlı. 4. yüzyıldan kalan bu kilise de tıpkı şehirdeki diğer tarihi binalar gibi, depremler, savaşlar, yangınlar sonucu harap olmuş, bugün gördüğümüz yine bazalt taşlardan oluşan bina, 17. yüzyıldan kalma.








Tabii Diyarbakır denince, hanlarını es geçmemek lazım: Hasan Paşa Hanı ve Deliller Hanı. Her ikisi de 16. yüzyıldan kalan ve yöresel bazalt taş mimarisinin hakim olduğu bu hanlar, geçmişte Osmanlı sultanlarını bile ağırlamışlar. Bugün ise, çok çeşitli mağazaların, çayhanelerin, binbir çeşit koku ve sesin harmanlandığı baş döndürücü bir egzotizmin merkezi olarak Diyarbakır'a gelenleri kendilerine mıknatıs gibi çekiyorlar.



Diyarbakır'ı ve şehri çevreleyen bereketli tarlalarla çayırları kuş bakışı seyretmenin en güzel yolu ise Diyarbakır Kalesi'ne çıkmaktan geçiyor. Çin Seddinden sonra dünyadaki en büyük sur olarak bilinen bu kalede oturup bir kahve içerek manzarayı seyretmek, hele de dolaşmakla geçen günün ardından yorgunluğu atmak için birebir...





Diyarbakır'da ne yenir derseniz, Dicle'den çıkan şabot isimli balık, "et yemekten bıktım, kebap kebap nereye kadar" diye şikayet edenlere güzel bir alternatif oluşturuyor.









Şehrin spesyalitesi kaburga dolması için doğru adres ise, Kaburgacı Selim Amca... Her ne kadar ağır bir yemek olsa da, Diyarbakır'a gelmişken, mutlaka tadılması gereken bir lezzet.







Sokaklarda el arabasında satılan, halk arasında fakir muzu olarak anılan otçul ise değişik bir sebze... Aslında tatsız tutsuz bir şey, çiğ yeniyor salatalık gibi... Kerametini biz bilemedik ama belli ki bilenler var, yoksa adım başı satılmazdı sokaklarda...








Diyarbakır'da nerede kalınır derseniz, biz şehrin merkezindeki Green Park Hotel'de kaldık. Dış cepheden modern, kişiliksiz bir bina görünümündeki bu otelin iç bölümündeki avlu olmasa, belki de otelden pek memnun kalmazdık. Evet, konforu, temizliği yerindeydi ama şehrin ruhundan çok uzak bir ilk izlenim bıraktı bize. Ama bahsettiğim avlu, hem şehrin mimarisine hakim olan bazalt taş işçiliğiyle, hem dekorasyonuyla bize otantik bir ortamda olduğumuzu iliklerimize kadar hissettirdi.










Şehirden ayrılırken, sokaklarından son kez geçiyoruz. Bu şehrin sokaklarına aslında hüzün hakim: imkansızlıklar diz boyu, üstü başı dökülen ama güle oynaya koşuşturan çocuklar, gözleri uzaklara dalmış bir köşede oturan insanlar, yıkık dökük evler, perdesiz pencereler... dediğim gibi, gezdiğimiz günlerin seçim öncesi barışına rağmen, bu şehrin en küçük köşesine bile insanın içini burkan bir hüzün hakim. Geride bırakırken bu tarih dolu kenti, dileğimiz hüzün perdesinin kalkması ve birlik beraberlik içinde geçecek güzel günlerin ülkenin tüm şehirleri gibi Diyarbakır'ın da ufkunda en kısa zamanda yükselmesi....