26 Aralık 2018

LISTVYANKA: SİBİRYA'NIN LAPLAND'I


Listvyanka, Sibirya seyahatimizde gittiğimiz en turistik kasabaydı ve burada geçirdiğimiz 2 gece 3 gün, yıllar önce Finlandiya Lapland'ına yaptığımız ve tadı damağımızda kalan seyahat kadar renkli, keyifli ve eğlenceliydi, üstelik o seyahatin yarısından daha ucuzdu.

Bölgenin ana şehri Irkutsk'a sadece 60 kilometre uzaklıkta olan bu kasaba için turistik dedim ama bunun Sibirya ölçülerinde bir turistiklik olduğunu da belirteyim hemen: turist namına Çinliler, biz ve bir Avustralyalı çift gördük orada olduğumuz süre boyunca. Turizm altyapısı da tabii bu durumla orantılı olarak, çok büyük beklentileri karşılayacak nitelikte değil. Ama bunlar, keyifli bir tatil geçirmemizi hiç engellemedi.


Listvyanka'nın gezilecek görülecek yerleri kasabanın içiyle sınırlı değil. Irkutsk'tan yola çıkıp, mesafenin yarısını katettikten sonra ilk Taltsy Açık Hava Müzesi ile başlıyor gezi durakları. Taltsy, hemen kıyısında yer aldığı Angara Nehri'ne yapılan barajın göl suları ile sular altında kalmış bir kasaba aslında. Kasaba sakinleri, baraj bitmeden, başka bir bölgeye yerleştirilmişler, ama kasaba eski bir yerleşim bölgesi olduğu için, evleri, devlet daireleri, kiliseleri, okulları muhafaza edilmiş ve bugün bu açık hava müzesinin olduğu yere tek tek taşınmış.



1800'lerin sonu, 1900'ların başında, bu bölgedeki yerleşik yaşamı gözünüzde canlandırmak için ideal bir mekan olan bu müze, hele de karlar altında o kadar etkileyici ki. Müze alanında kardan yapılma heykeller, etnoğrafik sergiler,  restoranlar, kafeler de var. Burada yemek yemeseniz bile, yerel bir içecek olan "sviti"yi içmenizi tavsiye ederim, hem içiniz ısınıyor, hem de enerji topluyorsunuz artık içinde ne varsa... Burada dilerseniz fayton gezisi de yapabilirsiniz.


Listvyanka'ya gelmeden ikinci durak, ünlü Baykal Limnoloji Müzesi. Limnoloji "göl bilimi" demek oluyor ve bu müzede Baykal Gölüyle ilgili her türlü bilgiyi bulmak mümkün: su yapısı, göldeki hayvanlar, bitkiler, adalar, gölün tarihindeki deprem gibi önemli doğal olayları... Müzeyi ünlü kılan ise, Baykal'ın endemik hayvanı Baykal Foku'nu buradaki akvaryumda görme imkanı. Açıkçası ben bu hayvancağıza biraz üzüldüm, küçücük bir alanda dönüp duruyordu, keşke doğada özgür olsa dedim içimden.... Bu arada, müzede herşeyin Rusça olduğunu da belirteyim, biz rehberimiz sayesinde zorlanmadık sergilenenleri anlamakta.

Listvyanka'ya gelmeden son durak ise Chersky Dağı Gözlemevi... Buraya ancak telesiyejle çıkmak mümkün, hatta dilerseniz kayak da yapabilirsiniz ama pist öyle çok uzun değil. Söylemeye gerek yok, Sibirya soğuğu ve telesiyej birleşince çok sıkı giyinmek, kafayı, gözü, ağzı, burnu kapatmak lazım, yoksa gerçekten parmak uçlarının, burnun falan donması söz konusu olabilir, biz az daha öyle bir durum yaşayacaktık eldivensiz fotoğraf çekelim derken...

Telesiyejle geldiğiniz yer Chersky Dağı'nın tepesi. Buraya gelmemizin tek nedeni olağanüstü manzarası: zira telesiyejden inip biraz yürüyünce, Angara Nehri'nin akan suları ile Baykal Gölü'nün donmuş yüzeyinin birleştiği yeri görmek mümkün. Bu, gözle görmeden anlatılabilecek bir manzara değil.... Renkler, suyun iki halinin birleşimi, uzakta donmuş Baykal limanı... adeta mistik bir yer... Zaten, budizm ve şamanizm izleriyle dolu burası, her yere çaput bağlanmış... Tek sorun, burayı Çinli turistlerin olmadığı bir anda gezebilme ihtimalinin çok düşük olması, o kadar kalabalıklar ve o kadar gürültülüler ki, ortamın o dingin manzarasını içselleştirebilmek pek kolay olmuyor...

Bu güzel manzaranın bedeli, o tepede rüzgarın da eşliğinde adeta buz kesmek olduğundan, telesiyejle geri dönmeden önce, tepedeki küçük ve basit kafede sıcak birşeyler içmenizi de tavsiye ederim.



Yolda durulmayı hakeden bir başka yer ise, Legenda Baikala. Burası, tam Angara Nehri'nin kıyısında bir otel esasen ama çok güzel bir terası var. Terasındaki rüzgarla buz tutmak karlarla kaplı çardaklar, masmavi gökyüzünün altında o kadar romantik bir manzara yaratıyor ki, eğer fotoğraf meraklısı iseniz, burası tam sizlik... karşıdaki sisler altındaki ormanlar da cabası....

      

Listvyanka kasabasına varınca da yapılacak çok şey var. Bir kere her gün bir açık pazar kuruluyor. Burada Sibirya otlarından yapılma çaylardan, kurutulmuş balığa, buhara pilavından el örmesi yün çoraplara yöreye özgü şeyler bulmak mümkün. Tabii ki burada kredi kartı geçmiyor, kimse de Rusça dışında yabancı dil bilmiyor.



Donmuş Baykal Gölü üzerinde yürüyüş yapmanın dışında dilerseniz Hoverkraftlarla gezi de yapabilirsiniz. Biz, daha önce hoverkrafta binmediğimiz için deneyelim dedik, çok ucuzdu zaten. Öyle ahım şahım bir deneyim değildi, buzda gidiyorsunuz işte, o kadar...

Kasabada St Nicolas isimli küçücük bir tahta kilise var, günün her saati ziyaret edilebiliyor. Karlar arasında, küçük bahçesinde buzdan heykeller olan bu sevimli kilisenin bir de hikayesi var: bölge tüccarlarından biri bir gemi seyahatinde fırtınaya yakalanıyor ve denizcilerin azizi olarak bilnen St Nicholas'ya kurtarılması için yalvarıyor. Hakikaten de fırtınadan kurtuluyor ve bu kereste tüccarı hemen bir kilise yaptırıyor ve kiliseyi St Nicolas'ya adıyor. Yine baraj yapımı nedeniyle, tam 3 kere yer değiştiriyor bu kilise ve sonunda bugünkü yerine kavuşuyor.

Listvyanka'da bizim en en en çok sevdiğimiz şeyler biri sabah çok erken saatte, daha kimseler yokken, üzerine basınca gıcırdayan karların sesi dışında çıt çıkmazken o daracık sokaklarda dolaşıp, pervazlarının her biri ayrı sanat eseri olan tahta evleri incelemek oldu... İkincisi ise, huskylerle kızak turu....




Aslında husky deneyimini Lapland'da yaşamıştık ama buradaki çok daha güzeldi çünkü çok daha bakir, çok daha vahşi bir ortamdaydık, üstelik tam yarım gün sürdü. Taygaların arasında bizden başka kimse olmadan saatlerce yol aldık. Öğle vakti gelince ormanda ateş yakıp, belimize kadar karların içinde kamp yaptık. Kamp ateşinde yediğimiz öğle yemeğinin tadını bilmem başka yerde bulabilir miyim... Gerçekten unutulmaz bir deneyimdi...


Husky çiftliğinin olduğu yerde, bir de demirci atölyesine girdik. Demirci ustası Ratislav ile her ne kadar aynı dili konuşmasak da, birlikte ateşte demir dövüp, baş harflerimizi taşıyan kolyeler yaptık, Rus kültüründe bir takıyı ilk kez takmadan önce ona nefes üfleyerek, takıyı kutsamak şeklinde bir gelenek olduğunu öğrendik... Soğuk diyarlarda geçen yarım günden sonra, bu demirci atölyesinde hem içimizi, hem ruhumuzu ısıttık.

Gelelim Listvyanka'da yeme, içme, konaklama konularına... Birçok otel ve pansiyon var bu güzel göl kıyısı kasabasında ama kışın açık olanlar sadece büyük tesisler. Biz de, birden fazla ayrı binası olan Krestovaya Pad isimli otelde kaldık. Aradığımız tek şey, rahat ve temiz bir yatak, çalışan kalorifer ve sıcak suydu... Bunların hepsini bulduk, artı bir de harika bir manzara... Ama onun dışında herhangi bir lüksümüz yoktu, wi-fi falan konularına hiç girmiyorum zaten...

Bir akşam yemeğimizi otelimizin restoranında yedik. Restoranı çok daha iyi hizmet sunan, menüsü geniş, yemekleri lezzetli bir mekandı. Ama bizim bu kasabadaki favori restoranımız, otelimize yürüyüş mesafesinde olan Sval oldu... Burası da küçük bir mekan ama çok nev-i şahsına münhasır, yemekleri çok leziz, hizmeti ve ortamı dört dörtlük bir lokantaydı. Eğer yolunuz düşerse Listvyanka'ya, aman buraya uğramadan dönmeyin.

Restoran olarak bir de Listvyanka Grill Club var, ana kasabadan yürüme mesafesi ile bir 10-15 dakika uzaklıkta. Burası Avrupa'da da gördüğümüz türden, sıradan, modern bir mekan. Rus mutfağından sıkıldım diyenler için doğru adres olabilir.

İşte Sibirya'nın Lapland'ı böyle bir yer... -30'larda gezen soğuğu, donmuş gölü, beyaza bürünmüş evleriyle, buraların masal kasabası da burası....


14 Kasım 2018

IRKUTSK: SİBİRYA'NIN PARİS'İ



Adı kar, buz, soğuk ve uçsuz bucaksız taygalarla özdeşleşmiş Sibirya'nın en büyük kenti Irkutsk'a, donmuş Baykal Gölü'ne ulaşmak için uçakla gidilebilecek son nokta olmasa yolumuz düşer miydi, bilinmez ama bugün, iyi ki Irkutsk'u da görmüşüm diyorum...

Seyahatimizin asıl hedefi donmuş Baykal Gölü'ne ulaşmak için (ki Baykal Gölü'nü ayrı bir yazıyla uzun uzun anlatacağım) İstanbul'dan kalkıp önce Moskova'ya, oradan da 6.5 saat daha uçarak Irkutsk'a varmamız gerekti. Çok yorulmamak adına, gidişte de dönüşte de Irkutsk'ta 1'er gece konaklama planladık, ama açıkçası Irkutsk'ta ilgimizi çeken çok şey yoktu en başta. Ama hazırlıklar için okumaya başlayınca ve bir de üzerine nam-ı diğer "Sibirya'nın Parisi"ne ulaşıp, sokaklarında gezince, iyi ki kalmışız, iyi ki buraya da zaman ayırmışız dedik...

Şimdi en baştan itibaren anlatayım size yolculuğumuzu. Hem maliyetinin daha düşük olması hem de Aeroflot pilotlarının her hava koşulunda her havalimanına indiği yönündeki şehir efsanesine dayanarak, Şubat ayının en karlı günlerinden birinde Aeroflot'la İstanbul'dan yola çıktık. Moskova'ya inişimiz de, ardından Irkutsk'a varışımız da tam bir maceraydı, daha önce tamamen karla kaplı bir piste hiç inmemiştim. Zaten, Moskova'dan kalkabilen son uçak bizdik, bizden sonraki tüm uçuşlar hava muhalefeti yüzünden iptal edildi (ve Aeroflot pilotlarının havası da burada sönüverdi). Hemen burada bir parantez açarak, eğer kış mevsiminde benzer bir uçuş yapacaksanız, iki uçuş arasındaki süreyi mutlaka uzun tutun diye bir tavsiyede bulunayım çünkü tipi nedeniyle çok rötar oluyor, biz giderken şanslıydık, rötara rağmen yetiştik ama dönüşte maalesef Moskova-İstanbul uçuşunu kaçırdık.

Irkutsk'a bir Pazar sabahı vardık. Otel olarak, uzun ve çok otel değiştirmeli seyahatlerde ilk gün ve son gün mutlaka iyi ve konforlu bir otelde kalma prensibimiz çerçevesinde, şehrin en iyi oteli olan Hotel Sayen International'ı seçmiştik. Çok yerinde bir karar oldu: şehrin tüm bölgelerine yürüme mesafesinde, son derece sade ama bir o kadar şık, müşteri odaklılıkta zirve yapmış, harika bir oteldi. Oteldeki Japon restoranından oda servisi alabildiğiniz gibi, burada, Amerika'daki "Alaskan king crab"lerin aynısını, "Kamchatkan king crab" adıyla (sonuçta aynı boğazın biri sağı diğeri solu) ve oradakinin 10'da biri fiyatına yiyebiliyorsunuz. Özetle, iyi bir otel istiyorsanız, istikamet burası.

Irkutsk, nispeten yeni bir şehir. 1652'de bölgenin yerli halkı Buryatlarla altın ticareti yapan bir Rus tüccar, buraya bir ev kuruyor. 30 sene sonra ise, bu tüccarın izinden gelenlerin kurdukları evlerle burası bir şehre dönüşüyor.

Irkutsk'a "Sibirya'nın Paris"i denmesinin ardında ise, tarihsel bir olay yatıyor. Tarih 26 Aralık 1825. Çarlık Rusya'sında yönetime karşı bir darbe girişimi yapılıyor ama darbe başarısız oluyor. Çar, bu ayaklanmaya karışan soyluları, sanatçıları, bilim insanlarını Sibirya'ya, tam olarak da Irkutsk'a sürgüne gönderiyor. Sürgünle şehre gelen bu eğitimli ve kültürlü kesim, gelirken yanlarında yaşam alışkanlıklarını da getiriyor ve şehir nüfusunun 3'te 1'ini oluşturan sürgünler, şehri kısa sürede sanatın ve bilimin merkezi haline getiriyorlar. Bugün şehre gelen turistlerin ilk gezdikleri yerlerden biri Volkonsky House, Dekambrist olarak adlandırılan bu sürgünlerin o günlerde bir araya gelip fikir tartışmaları yaptıkları, kendi aralarında sanat gösterileri düzenledikleri evlerden biri. Bugün müze olarak kullanılıyor ve o sürgünde dahi şaşaa'sını yitirmemiş yaşamı gözümüzde canlandırmayı sağlıyor.



Irkutsk sokaklarında hoparlörle sürekli müzik çalan bir şehir, hiç böylesini görmemiştim açıkçası... Bazen bir klasik müzik parçası, arkasından bir Rusça şarkı, sonra birden Micheal Jackson... 2.5 gün kaldık Irkutsk'ta toplam ve istisnasız sürekli hafiften hafiften müzik çalıyordu şehrin dört bir yanında...

Şehirde SSCB döneminin izleri korunuyor halen. Ama Lenin heykelinin 300 metre ilerisinde, Karl Marx isimli caddede bir köşede Max Mara mağazasını diğer köşede Lacoste'unkini, ötekinde Gucci'yi görünce insan biraz afallamıyor değil.

Şehirde turistik destinasyonların hepsine yürüyerek (ama tabii ki kışın karda ve buzda yürümeye imkan tanıyacak botlarla yürüyerek) ulaşmak mümkün. Her ne kadar şehirde biz ve Çinli kafileler dışında turist hiç görmemiş olsak da, turistlere kolaylık olsun diye, bu destinasyonların hepsinin trafik işaretleri farklı bir renkle ve daha önemlisi Latin alfabesiyle yazıldığı için, kaybolmak gibi bir sorun olmuyor.

Turist rehberlerinde aman mutlaka görün diye yazan yerlerin başında gelen 130 Kvartal'a tabii biz de gittik ama niye gittiğimizi anlamadık. Kafe ve restoran olarak hizmet veren renove edilmiş eski evler dışında pek bir şey bulamadık burada. Bizce zaman kaybıydı.





Ama buranın tam çaprazında yer alan Holy Cross Katedraline bayıldık. Karlar altında masallardan çıkmış gibi duran bahçesi, buzdan yapılma dini heykelleri, bahçesinde çalan Rusça ilahileri, içinde vitraylarından süzülen güneş ışığı ve tütsü kokusu ile, bize çok güzel anlar yaşattı bu katedral. 




Her gün kurulan pazar yeri ise bizim en etkilendiğimiz yer oldu. Burada İngilizce ya da Rusça dışında bir kelime anlayan tek kişi bile yoktu. Sadece nakit paranın geçtiği bu pazarda, donmuş tavukların ve balıkların istiflenerek satılma şeklini sanırım hiçbir zaman unutamayacağım.




Eski ahşap evlerin yer aldığı sokaklar ise, benim gibi kapı ve pencere fotoğrafı çekmeyi sevenler için cennetti cennet!!! 100 metrelik sokağı belki yarım saatte ancak geçmişimdir, adım at, fotoğraf çek, adım at, fotoğraf çek... O kadar renkli, o kadar zarif, o kadar güzel bu yapılar... Şehrin bu eski bölümü modern yaşamdan nasibini almamışcasına el değmemişti diyebilirim.


Oyun parklarında buzdan yapılma kaydıraklar görmek, adım başı bir heykelle karşılaşmak, şehrin kenarına kurulduğu Angara Nehri kıyısında dolaşmak, azıcık ısınmak için sıcak bir kahve alıp, onu yudumlarken üzerine kar yağmış yağlı boya tabloları izlemek, Irkutsk bu anılarla kazındı bizim belleğimize....


Karlar altındaki bu şehre özel seyahat yapmayı tavsiye eder miyim? Bu kadar yol, sırf bu şehir için tabii ki çekilmez... Ama Baykal Gölü ve Litsvyanka isimli sevimli kasabayla birleştirerek bu bölgeye seyahat etmenizi ama mutlaka kışın gitmenizi çok ama çok tavsiye ederim... Hayatımın en etkileyici seyahatlerinden birinin ilk durağı oldu Irkutsk, bende anısı çok başka....








26 Eylül 2018

KENAI FİYORDLARI: SİSLER ALTINDA BİR RÜYA GEZİ


Bugün anlatacağım destinasyon, dağların, adaların, buzulların, balinaların, kartalların, kutup martılarının, su samurlarının, ağaçların sisler altında adeta bir rüyada gibi sizi dört bir yandan kuşattığı bir coğrafya: Kenai Fiyordları ...

Alaska'da Kenai Yarımadası'nın ucundaki bu fiyordlar, bugün bir milli doğal park olarak koruma altında. İlk oluşumunda buzullarla kaplı olan bölgeden buzullar çekildikçe, yavaş yavaş insanlar gelmeye başlamış ve aslında yüzyıllarca, bütün zorlu doğa koşullarına rağmen, Alaska yerlileri burada yaşamışlar, buranın kaynaklarıyla hayatta kalmışlar. Bugün ise, özellikle fijordların uç köşelerinde sadece ve sadece turistler ya da bilim insanları dolaşıyor, yerliler farklı bölgelere çekilmişler, çekilmek
zorunda kalmışlar...

Alaska'nın birçok yerinde olduğu gibi, Kenai'de de fiyordların sadece küçük bir kısmına karadan ulaşılabiliyor, ulaşım ağırlıklı olarak deniz yoluyla gerçekleşiyor. Biz de bu nedenle, 1 gün sürecek Kenai gezimizi bir tekneyle gerçekleştirdik.





Temmuz ayının ortası olmasına rağmen kışı hiç aratmayan bir havada, montlarımız, berelerimiz, eldivenlerimiz ve tabii ki fotoğraf makinalarımız eşliğinde, adını, Alaska'yı Rusya'dan satın alma fikrini geliştiren ABD Dışişleri Bakanı'ndan alan Seward kasabasından kalkan tekne turlarından birine katıldık.





Teknenin içi sıcak, konforu dört dörtlük olsa da, gezinin büyük bir kısmını açıkta, güvertede geçirdik... Nasıl geçirmeyelim ki?!!! Bizi çepeçevre saran coğrafya o kadar büyüleyici, o kadar afallatıcıydı ki, bir anını bile kaçırmak istemedik o donduran havaya rağmen...






Bilmem Avatar filmini izlediniz mi? Mavi tenli, uzun uzun yaratıkların korumaya çalıştığı bir doğa vardır, dağların havalarda dolandığı, hayal gücünün sınırlarını zorlayan bir doğa.... İşte Kenai Fiyordları, bende o Avatar filmindeki diyardaymışım hissini yarattı. Sürekli bir sis griye boyamıştı her yeri ama aralarda dağlardaki yeşiller isyan edercesine fırlıyordu önümüze... küçücük adalar, sislerin arasında adeta havada süzülüyor gibiydi... doğa o kadar vurucuydu ki, açıkçası gördüğümüz vahşi hayvanlar beni karşımdaki manzaralar kadar derinden etkilemedi....


Hayatımda ilk kez doğal ortamında su samuru, kel kartal, fok gördüm. İlk kez kutup martısı ile karşılaştım. Ya balinalar? O kadar çok karşılaştık ki balinalarla, bir an geldi, yine mi balina deyip kameramı bile elime almadım.... Bir yandan da burada yaşayanları çok kıskandım: ülkemde doğal vahşi hayata ulaşabilmek için katetmem gereken mesafeleri düşündüm, bir de burada bu doğal vahşi yaşamın içinde onunla iç içe yaşayanları....

                    









Kenai Fiyordları gezisinin en etkileyici anlarından biri ise Aiaik Buzulu'na ulaşmamızdı. Buzula yaklaştıkça hava daha da soğudu, hani kar soğuğu derler ya, ya da buzdolabının buzluğunu açtığınızda yüzünüze vuran hava... İşte tam öyle bir havayla karşıladı bizi Aiaik Buzulu... O maviye çalan beyaz, sürekli bir çıtır çıtır sesi, ama gök gürültüsünün tokluğuna sahip bir çıtırdama...



Ve ne şanslıyız ki, tam biz oradayken, buzdağının küçük bir kısmı parçalanarak denize düştü... O anı videoya çekemediğim, sadece fotoğraflayabildiğim için ne kadar üzüldüm bilemezsiniz ama öyle bir özel anla karşılaşınca insan, düşünemez oluyor...





İşte sisler içinde geze geze geçirdiğimiz bir gün böyle anılar bıraktı bizde... Gezimiz hayli turistikti, yani öyle çok özel, çok nadir bir yanı yoktu ama buna rağmen çok özel anlar, anılar biriktirdik Kenai Fiyordlarında... Yolunuz Alaska'ya düşerse bir gün, mutlaka programınıza bu nadide coğrafyayı da dahil edin derim...