
Ve işte bu
deniz-gölün ortasında adalar… En ünlüsü Akdamar… isminden cismine sürekli bir
tartışma konusu olan, ama o yapay gündemleri bir kenara bırakınca, sadece, maviyle
mevsim renklerinin raks ettiği bir cennet…..
Sonra belli saatlerde kalkan
Akdamar teknelerinden birine atlayalım… Suyu beyaz köpüklerle yara yara
ilerlerken, ciğerlerimiz temiz havayla dolsun, başımız dönsün mavinin
keskinliğinden, teknenin rüzgarıyla dalganan Türk bayrağına baktıkça, memleket
aşkı dolsun içimize, gözümüzde yaşlar biriksin… Ve yavaş yavaş Akdamar Adası belirsin
önümüzde… önce uzaktan bir kaya yığını, üzerinde otlar, çalılar, yaklaştıkça,
tarih tarih kokan….
Sonra güzelliği dillere destan Tamar’ı düşünelim, efsaneye
göre adaya adını veren o ünlü Tamar’ı…. Onun aşkı uğruna geceleri yüzerek adaya
gelen, bir gece kızın babası yol gösteren fenerle oynayınca, yolunu kaybeden ve
çok yüzmekten yorulup boğulan, ama boğulmadan önce son sözleri “Ah Tamar” olan
çobanı analım…. Üzülelim çobana, ama bir o kadar da adanın adı Akdamar mı
Ahtamar mı diye yapılan tartışmalara… Ne diye olduğu bilinmez yazık
kapışmalara, üzülelim çok, dertlenelim….

İçimiz titresin
onlara baktıkça, hayal edelim o günleri, o günlerdeki yaşamı, insanları, o aynı
toprakları, aynı geçmişi paylaştıklarımızı…
Eğer elimizden
gelirse o güzelliklerin önünden ayrılmak, biraz tepelere çıkalım, çok
kimselerin gitmediği tepelere…
Kiliseyi şöyle çiçekli ağaçların dalları
arasından seyredelim, sağda ve solda maviyi delen motorlar gidip gelsin, tek
onlar bölsün zamanın durmuşluğunu… Ve biz orada, 915’te ilk tuğlaların konuşunu
hayal edelim, 921’de kilisenin bitişindeki kutlamaları, 1113’te manastırın
kuruluşunu, 1895’e kadarki Ermeni Patrikliği zamanındaki törenleri, 1918’de
adanın terkedilişini, yalnızlığını, yavaş yavaş çöküşünü, sonra 2005’te yeniden
dünyaya gelişini, 2007’den itibaren İran’dan Amerika’ya dünyanın dört bir
yanından gelenlere kadim çehresini gururla sunuşunu…. Birden hatırlayalım
kendimizi, ortak tarihe sahip çıkmanın sorumluluğunu hissedelim omuzlarımızda, silkelenelim….
Dönüş saatini
kaçırmama telaşı sarsın bizi biraz… ama yine de çay bahçelerinde durup bir Türk
kahvesi söyleyelim şöyle köpüklüsünden, onu içelim… sonra teknemiz gelsin, binelim…
kafamızda binbir düşünce, dönelim evimize… ama artık aynı biz olmadan,
Akdamar’dan bize kalanlarla heybemizde…..