9 Aralık 2017

TALKEETNA: KÜÇÜCÜK BİR ALASKA KASABASI


Talkeetna, sadece 876 kişinin yaşadığı küçücük ama çok sevimli, yazın turizm sezonunda nüfusu patlayan bir Alaska kasabası. Alaska'nın kuzeyine doğru ilerleyen turist kafileleri için bir durak teşkil eden bu küçücük kasaba, Athabascan yerlilerinin yaşadığı bölgede 1916'da kurulmuş. O günden bu yana da açıkçası fazla değişmemiş.


Tek bir ana cadde üzerinde sağlı sollu, bugün çoğu dükkan ya da restoran olan, rengarenk çiçeklerle bezenmiş otantik küçük evleri ile turistleri mıknatıs gibi çeken bu küçücük kasabanın kendisinde yapacak çok şey yok aslında. Yerlilerin kullandığı Den'aina dilinde, "nehir kıyısında bolca yemek bulunan yer" anlamına gelen "Talkeetna" üç nehrin birleştiği bir yerde kurulu. Bu konumu sayesinde, yürüyüş turlarından, somon avına, küçük uçaklarla keşif yolculuklarından raftinge birçok aktivite için merkez haline gelmiş. Ayrıca, küçük olmakla birlikte, merkezi tren istasyonu sayesinde de, ünlü Denali Ulusal Parkı ve Koruma Bölgesi'ne trenle gitmek isteyenler için önemli bir kavşak görevi görüyor bu küçük kasaba.

Kasabanın içinde dolaşmak, tüm dükkanlara tek tek girseniz, restoranlarından birinde kahve içseniz bile, taş çatlasa 2 saat sürmüyor bile. Ama etrafta yapılacak şeyler çok. Biz kasabadan sadece 24 kilometre uzaklıktaki Vern Halter yarış köpekleri merkezini ziyaret etmeyi tercih ettik.



Iditarod Alaska'da her yıl Mart ayının ilk haftasında düzenlenen, 1700 kilometrelik kar ve buzla kaplı bir mesafenin köpeklerin çektiği kızaklarla katedildiği, bu yörenin adeta "Formula 1" yarışları sayılabilecek bir etkinlik. Kızak sürücüleri, köpekleri öyle böyle ünlü değil Alaska'da. İşte Vern Halter de, bu yarışlarda sayısız birincilikleri olan bir kişi ve yaz mevsiminde, turistleri ve Iditarod yarışlarına katılmak için eğitim alanları ağırlayan bir merkez kurmuş. Açıkçası yazın böyle bir yeri gezmenin pek bir anlamı yok. Biz hata yaptık maalesef burayı seçerek: etraf sivrisinek kaynıyordu, köpekler tekerlekli araçları çekerek giderken gezmenin hiç tadı yoktu ama yine de ortam güzel çiçekleriyle hoştu en azından. 


Talkeetna'da konaklamanın en güzel yanı kaldığımız oteldi. Bölge yerlileri tarafından işletilen Talkeetna Alaskan Lodge, gerçekten büyüleyici bir mekandı: Alaska Sıradağları'na nazır, geniş yürüyüş parkurlarında saatler geçirebileceğiniz, yazın geç batan, hatta neredeyse batmayan güneşine karşı akşamın geç saatlerine kadar terasında oturup dinlenebileceğiniz bu otele bayıldık. Çok odalı olmasına rağmen büyüklüğü sayesinde kalabalığı hiç farketmediğiniz bu mekanda maalesef 1 gece geçirebildik programımız gereği ama 3-4 gün kalsak bile sıkılmazdık.

               
          


Ve tabii Talkeetna'nın en güzel yanlarından biri de, istasyonundan yola çıktığınız tren seyahati. Aslında Anchorage'dan itibaren Fairbanks'e kadar olan bölgeyi baştan sona trenle geçebilirsiniz ama biz ulaşım kadar gezme-görme deneyimi de istediğimizden üzeri camla kaplı ve bu sayede etrafı rahatlıkla izleyebileceğiniz turistik bir tren yolculuğunu tercih ettik. Ve neredeyse, tüm Alaska seyahati boyunca en güzel manzaraları da bu seyahatte görebildik. Uçsuz bucaksız ormanlar, dereler, ulu ulu dağlar, göller, aralarda geyikler, sığınlar, gerçekten büyüleyici bir deneyim oldu. Fotoğraf çekmek isteyenler için açık olan bölgesi, öğle yemeği için gayet şık ve rahat yemek kompartımanı ile, turistler için herşeyin düşünüldüğü bu tren gezisi, kanaatimce bir Alaska seyahatinin olmazsa olmazı....


İşte toplamda 12 gün süren Alaska seyahatimizin 2 günü de böyle geçti. Çıkardığımız dersler: 1) Talkeetna küçücük bir yer deyip geçilmeyecek ve mutlaka görülecek 2) Talkeetna Alaskan Lodge'da en az bir gece mutlaka kalınacak 3) Yaz mevsiminde gidildiyse, Iditarod yarışlarıyla alakalı merkezlerden uzak durulacak 4) Mutlaka ve mutlaka Alaska'nın bir bölümü trenle gezilecek....


10 Eylül 2017

GÖKÇEADA: YAMAN ÇELİŞKİLERİN ADASI


Türkiye'nin en büyük adası burası, ama bir o kadar görünmez adeta... Dillendirilmeyen ya da dillendirilse bile kulak verilmeyen acı tarihi yüzünden midir, kardeşi Bozcaada'nın gölgesinde kalmasından mıdır yoksa adaya ulaşımı sağlayan Gestaş'ın ulaşım sürecini kabusa çeviren yönetim anlayışından mıdır bilinmez ama Gökçeada tatil deyince aklımıza ilk gelen yerlerden biri değil maalesef... Daha uzak olmasına rağmen Yunan adalarına gitmeyi düşünenimiz çok da, Gökçeada deyince duraksıyoruz bir şekilde...


Biz duraksamadık ve bu sene19 Mayıs'taki 3 günlük tatilden faydalanıp, Gökçeada keşfine çıktık. İyi ki de öyle yapmışız: sadece yeni bir coğrafya keşfetmedik, tarihimizin bilmediğimiz yönlerini de epey içimiz acıyarak öğrendik. 

Yola çıkarken özellikle böyle yoğun tarihlerde feribot sırasının çok uzun olduğuna dair gelen uyarıları dikkate alarak, programa göre 13:00'te kalkacak feribot için, Kabatepe Limanı'na 10:45'te vardık, sıraya girdik.. Ve ancak 16:00'daki feribota binebildik. Çünkü sadece ve sadece 2 tane feribot vardı... Adaya ulaşım Gestaş'ın elinde, Gestaş'a telefonla ulaştığınızda, feribot sırasını uydu ile izlediklerini ve buna göre planlamanın yeterli olduğuna karar verdiklerini öğreniyorsunuz ve yapabileceğiniz hiçbir şey yok, beklemek dışında... Tabii sırayı görüp geri dönenleri de unutmayalım, bir de onu yapabilirsiniz. Ya da arabayı bırakıp, yaya olarak da binebilirsiniz feribota ama İmroz'u layıkıyla gezmek için arabaya kesin ihtiyaç var, adada kiralık araç sayısı da çok yeterli değil... Yerel yöneticiler, turistik tesis sahipleri nasıl oluyor da bu kayıtsız Gestaş yönetimine katlanıyorlar, akıl almıyor açıkçası. Buraya gelenlerin ada yerine feribot sırasında geçirdikleri saatlerde adaya katabilecekleri gelirin kaybedilmesine nasıl göz yumabiliyorlar, hakikaten anlamak zor. Tabii diyebilirsiniz ki, sen de sıra olduğunu bile bile bu tarihte gitmeseydin, daha sakin bir tarihte gitseydin... ama unutmayın: yaman çelişkilerin adası burası, yüksek sezon ve özel günler dışında birçok otel, restoran ve kafe kapalı... 

Bununla birlikte, yaklaşık 6 saatlik bekleme süremizin çok kötü geçmediğini de itiraf etmeliyim. Ama bunun için, Kabatepe Limanı'nın en dibindeki S.S. Anafartalar Su Ürünleri Lokali'ne kadar yürümemiz gerekti. İyi ki ilk gördüğümüz hamburger, tost gibi hazır ürünler sunan keyifsiz mekana girmeyip, yürümüşüz. Bu lokal, çok salaş ama bir o kadar sevimli ve bir o kadar taze deniz ürünleri sunan, Gökçeada'da bizi bekleyen "citta slow" ortamına hazırlayan keyifli bir mekan. Eğer hafta sonu ya da tatil zamanı gidecekseniz adaya, nasıl olsa kuyruk bekleyeceksiniz, bence planınıza burayı da ekleyin mutlaka....

Ve Gökçeada... 1970 yılına kadar adı İmroz olan bu ada, o kadar büyük ki, akın akın gelen turistler feribottan iner inmez adeta yok oluyorlar. Bu nedenle de, biraz kafa dinlemek, kalabalıklardan uzaklaşmak istiyorsanız, Gökçeada en doğru adreslerden biri... Şimdi gelelim tavsiye ve ipuçlarına:

Ada, arabasız gezilecek bir yer değil, ama arabayla da otopark sorunu yaşanıyor. Gezip görülecek yerlerin çoğu malum eski Rum köyleri, onların da sokakları çok dar, hatta bazı köylerde, arabaların köyün içine girmesi yasak. Bu nedenle, çok yeterli olmasa da, neredeyse her köyün bir otoparkı var turistler için, erken vakitte gidip otoparkta yer bulmaya çalışmak gibi bir sorunsal yaşayacaksınız, şimdiden haberiniz olsun.

Adanın çok ilginç bir özelliğini detaylara girmeden paylaşayım: hemen hemen her köyde, her evin çatısında taşlar var. Kiremitlerin üzerine konmuş tek tek taşlar... Gökçeada'nın amansız rüzgarıyla mücadelesinin nişanesiymiş bu taşlar meğer. Çatıdaki kiremitler uçmasın diye konurmuş. Bu da böyle küçük bir detay bilgi.



Adanın güney sahillerindeki yolu, özellikle doğaseverlere çok tavsiye ediyorum. Her ne kadar burada turizm eski Rum köyleri odaklı olarak gelişmişse de, pek fazla köy bulunmayan güneyde kimi yerde çorak, kimi yerde asırlık zeytin ağaçlarıyla bezenmiş ve tabii ki mutlaka kendini gösteren denizin mavisiyle renklenmiş bir coğrafyada tek tük araba geçen kır yollarında ilerlemek çok güzel bir duygu.



Hele ilkbaharda göz alabildiğince uzanan gelincik tarlaları da eklenince manzaraya tadına doyulmaz bir deneyim ortaya çıkıyor... Durun bitmedi!! Daha bir de keçiler var!! Gökçeada, malum, keçileriyle ünlü ve gerçekten de yol boyunca top modellere taş çıkartırcasına poz veren keçiler yüzünden, benim gibi fotoğraf meraklıları 10 dakikada gidilecek mesafeyi, "arabayı durdur, in, fotoğraf çek, arabaya bin, 100 metre ilerle, yine dur, in, fotoğraf çek" formatıyla 1 saatte ancak alabiliyor.


                   

Adanın güneyinde bir başka ünlü mekan da Tuz Gölü. Belli mevsimlerde flamingoların konakladığı bir gölmüş burası, biz o döneme rast gelemedik maalesef. Ama "flamingolarla sörf yapmanın zevki" diye pazarlanan ve bu hayvanların doğal ortamına fevkalade zarar veren aktiviteler sonrasında flamingoların daha az gelmeye başladığı söyleniyor, doğru mudur bilemem. Ama bence de sörf yapacaksanız, doğaya zarar vermeyecek birçok yeri var Gökçeada'nın, oraları tercih etseniz pek iyi olur.

Güneydeki bir başka etkileyici yer Laz Koyu. Yaz mevsiminde burası çok tercih edilen bir plajmış. Biz gittiğimizde şemsiyeleri yerleştirilmiş, yaz hazırlıkları başlamıştı. Koydaki tek tesiste oturduk, bir kahve içtik, manzarayı seyrettik. Suyun o tarihteki soğukluğunu bilmesek, muhtemelen soluğu denizde alırdık, o kadar davetkardı manzara...



Bir de baraj gölü var Gökçeada'nın. Baraj göllerine mahsus o yeşilimsi rengiyle, yolun kenarına inşa edilmiş seyir terasındaki banklarda oturup, o manzarayı da biraz seyretmek keyifli oluyor.

Demin de dediğim gibi, Gökçeada'da turizmin kalbi eski Rum köylerinde atıyor. Bence bu köyler arasında en canlısı, en otantiği Zeytinliköy. Artık Rum Ortodoks Patriği Barthelemeos'un doğduğu köy olduğundan mıdır nedir, burası cıvıl cıvıl bir köy. Her taraf sevimli kafelerle, pansiyonlarla, butik otellerle dolu. Adanın en aktif kilisesi Agios Georgios Kilisesi de bu köyde ama pek turistik bir hali yok. Bu nedenle biz içine girip gezmedik, her gittiğimizde cemaat vardı, rahatsız etmek istemedik. Bu coğrafyanın ünlü "çamaşırhane"lerinden en büyüğü de yine Zeytinliköy'de. Geçmişte, ahali gelir, çamaşırlarını gürül gürül su akan bu çamaşırhanelerde yıkarmış. Bugün halen gürül gürül su akıyor ama çamaşırhane daha ziyade bir eski eser niteliğinde sergileniyor sadece.



Eski Bademli Köyü, adanın Rum köylerinden bir diğeri. Bana nedense Ortaçağ'dan kalan küçük İtalyan köylerini andırdı bu köy. Biraz daha tepede, yine bakımlı evleri, kafeleri olan ama Zeytinliköy'e nazaran daha sakin bir köy burası. Köydeki asırlık çınar ağacına şöyle bir sarılmak, Gökhan'ın Bal Çiftliği'nde arıcılık ve bal konusunda spontane gerçekleştirilen kısa bir seminere katılmak ve tabii ki bal almak, bir Rum aile tarafından işletilen Stenada Cafe'de mozaik pasta ve limonata yemek Eski Bademli Köyü'nün olmazsa olmazları....


Yukarı Kaleköy bence İmroz'un en güzel manzaraya sahip köyü. Epey tepede tabii bu manzaraya sahip olabilmek için. Köyün en ünlü mekanı "Mustafa'nın Kayfesi"... Ağaçların altında, en sıcak günde bile ferahlık veren bir mekan. Biz sadece kahvesini tattık ama kahvaltısı da çok iyiymiş diyorlar. Hemen yanında yeni renove edilmiş Aya Marina Kilisesi var ama ona da giremedik, kapalıydı kapısı.


Bu köyün en keyifli mekanlarından biri İmroza isimli dükkan. Sabunları, zeytinyağı, şarapları, turistik hediyelikleri ile ünlü bir mekan ama biz en çok kolonyalarına bayıldık. Neredeyse her çeşidinden bir tane aldık, aylar geçti Gökçeada seyahatimizin üzerinden ama o kolonyalardan her sürüşümüzde, kokuları bizi o güzel yolculuğumuza geri götürüyor.

Kaleköy'ün bir de sahil kenarında olan versiyonu var. Dalgakıranı ile balıkçıların limanı burası. Sahilinde sıra sıra balık lokantaları var, onların biraz ilerisinde akşamüstleri kurulan tezgahlar. Bir akşam rakı-balık yapalım diyorsanız, Kaleköy'deki Eleni Restaurant'ı tavsiye edebilirim.

         

Rum köyleri içinde, en az turistik olan Tepeköy. Hatta yabancılara pek sıcak davranmadıklarını bile söyleyebilirim, ya da en azından bize soğuk davrandılar desem daha doğru. Köyde sadece köy kahvesi açıktı biz gittiğimizde. Halbuki mavili beyazlı evleriyle burası da turistler açısından en az diğerleri kadar cazip ama bomboştu ortalık, adanın acı tarihinin izleri sanki buradan hiç silinmemiş gibiydi.


Gökçeada'ya gitmeden önce hazırlık yaptığınızda, adanın bazı spesiyalitelerinin anlatıla anlatıla bitirilemediğini öğreniyorsunuz. Bunlardan ilki "cicirya". Biraz yağlı bir hamurda peynirli, kekikli bir pizza diye düşünebilirsiniz bu yemeği. Biz bu yerel lezzeti Zeytinliköy'deki Madam Evstratia isimli yerde tattık. Aile üyelerinin işlettiği bu küçük amatör mekanda, ciciryanın ardından kalp şeklinde kireçte kabak tatlısı tattık bir de. Yerel bir lezzet değil ama onu da tavsiye ederim biraz kilo almayı göze alabilirseniz.


İmroz'un bir başka yerel tadı sakızlı muhallebi. Bunu birkaç yerde denedik ama en güzeli Zeytinliköy'deki iki Rum hanımın işlettiği Mina Cafe'deydi. Ara bir sokakta olmasına rağmen, adanın en rağbet gören kafesi de burası gördüğümüz kadarıyla. Bir de, kafenin tam karşısında biz gittiğimizde daha henüz tam da açılmamış bir dükkan vardı, oradan aldığımız hardalı da çok tavsiye ederim. İstanbul'a döndükten sonra neden sadece bir kavanoz aldık diye dövündüm doğrusu... 




Bir de yerel lezzet olarak oğlak çevirmeden bahsediliyor. Tabii ki onu da deneyelim dedik Ayışığı Çamlık Restoran isimli bir yerde. Ama artık bizim gittiğimiz zamana mı denk gelmedi, yoksa malum bir yeri anlatırken abartma eğiliminden midir, bildiğiniz kuzu tandır tadında bir şeydi yediğimiz.

Ve tabii ki Efibadem kurabiyeleri. Merkezdeki Meydani Pastanesi'nde satılan bu bademli kurabiyeler hakikaten anlatıldığı kadar var. Ben kurabiye meraklısı değilimdir hiç, ama bunlardan avuç avuç yiyebilirim, o kadar lezzetli. Eğer Gökçeada'dan birilerine hediye almak istiyorsanız, bence doğru tercih bu kurabiyeler olur.




Gelelim konaklama mevzuuna: adada konaklanabilecek otel, pansiyon bolca mevcut ama birçoğunun, ya otantik ama sıkış pıkış ya da geniş ama adanın dokusu ile hiç örtüşmeyen beton yığını şeklinde olduğunu belirtmem lazım. Biz gitmeden önce tabii ki nerede kalabileceğimizi epey araştırdık ve kararımızı, alternatiflere göre daha pahalı olan Zeydali Otel'den yana kullandık.

Gökçeada'ya varınca, doğru bir karar verdiğimizi teyid ettik açıkçası: Zetinliköy'ün meydanında, zevkle ve özenle döşenmiş, köyün doğası ve dokusuyla örtüşen, küçük ama profesyonelce yönetilen, hizmet anlayışının güçlü olduğu bir butik otel burası. Sabah uyanıp, odanın küçük balkoncuğundan köyün meydanının günün ilk ışıklarındaki tenhalığını seyretmek, yöre ürünleriyle hazırlanmış zengin kahvaltısını tatmak gerçekten büyük keyif.


Ama bu otel, her şeyden öte, Gökçeada hakkında yazılmış kitapları sergilemesi ile benim takdirimi kazandı. İstanbul'daki kitapçılardan bulunması zor olan adayı anlatan kitaplar görünür bir köşede duruyor ve benim gibi meraklılardan biriyseniz, satın almak isterseniz, sizi hemen merkez ilçedeki Sezin Kitabevi'ne yönlendiriyorlar.

Yolunuz mutlaka Sezin Kitabevi'ne düşsün... Ve mutlaka Deniz Kavukçuoğlu'nun "Hüzün Adasında Bir Köy: Gökçeada-Bademli" isimli kitabını ve Rıdvan Yurtseven'in "Gökçeada Sıradan İnsanların Öyküleri" isimli kitabını edinin. Bu kitapları okumadan, adanın yakın tarihindeki acıları bilmeden Gökçeada'yı tanımak, anlamak, sevmek mümkün değil... Ben o acılardan bahsetmek istemedim anlatırken burayı ama o acılar, utançlar, ayıplar bilinmeden Gökçeada'yı da anlatmak aslında pek mümkün değil.








18 Temmuz 2017

KUYUCAK: LAVANTA KOKULU KÖY VE BİR YIĞIN ELEŞTİRİ


Geçen yazdan bu yana, birçok köşe yazarının ve seyahat blogger'ının "Aix-en-Provence'a ne hacet, artık Türkiye'nin kendi Aix-en-Provence'ı var" temalı yazıları sayesinde, Kuyucak Köyü adı, her ne kadar farklı şehirlerin köyleri olsalar da, Sabahattin Ali'nin "Kuyucaklı Yusuf"undan sonra yeniden ama bu kez lavanta ile özdeşleşerek hayatımıza girdi. Uçuşan şapkalarla bir öbek lavantanın yanı başında çekilmiş bol filtreli fotoğraflar, ballandırıla ballandırıla anlatılan lavanta çayı, benim gibi birçok lavanta sevdalısını baştan çıkardı ve işte ben de geçen hafta sonu "Lavanta Kokulu Köy" mottosuyla pazarlanan Kuyucak Köyü'ne gittim... O günden beri sinirden, hayal kırıklığından her gece uykularım kaçıyor...



Kuyucak Köyü Isparta'nın, azıcık rüzgarda göz gözü görmez bir tozla kaplanan köylerinden biri... Etrafta uçsuz bucaksız olmasa da, evet, tabii ki lavanta tarlaları var. İlk kez tarlada lavanta görüyorsanız, ilginç; yok daha önce gördüyseniz o zaman sadece mor öbekler ve güzeller... Bunun dışında ise, sadece ve sadece hoyrat bir "tüketme" var bu köyde... insanın içini acıtan bir hoyratlıkta hem de...

Köylü yılın sadece belli günleri gelen turistler için neyi var neyi yoksa, koymuş ortaya. Her evin önünde derme çatma bir tezgah, tezgahlarda hepsi ya mor ya pembe bir örnek plastik şişe, lavanta kolonyası diyorlar içindekine, doğrudur zahir... hiçbir albenisi olmayan tezgahlar, kurutulmuş lavanta demetleri ve lavanta taçları en doğalları ve en güzelleri satılanların... her evin önünde ziyaretçilere "gel gel" yapan birileri... hoş, tezgahlara ulaşmak da ancak köyün daracık tek sokağına sağlı sollu park etmiş turist araçlarını geçebilirsen mümkün... Bazı tarlalarda, köylü bir tabela koymuş, bir kapı parçası, birkaç kurdele... mizanseni hazırlamış fotoğraflar için...



Bir köylü kızı çıkıyor, önce ezberlediklerini anlatıyor, lavanta neye iyi gelir... arada soru sormak yok, sakın... sorarsan kızcağız unutuyor, sil baştan yine başlıyor, ezberlemiş çünkü, anlattığının ne olduğunu kendi anlıyor mu, korkarım hayır.... Ünlü lavanta çayı ise, bildiğin kağıt bardakta, bardağın boyundan uzun üç sap lavanta, üzerine de sıcak su, o kadar... yemek istiyorsan, gözleme de gözleme... haa, bir de içinde lavantalar olan lavanta dondurması var, plastik bir kapta, plastik kaşıklarla... özen mi? onu hiç arama...

Turistler... hepsi yerli... 2 amaçları var: selfie çektirmek ve çekirge sürüsü gibi lavantalı ürün almak, birbirini iterek kakarak, ne aldığına çok da dikkat etmeyerek, bağıra bağıra pazarlık ederek... hatta bir çoğunun da hedefi, köylünün özene bezene büyüttüğü, tek gelir kaynağı olan lavantaları kökünden çeke çeke toplamak, lavantayı bedavaya getirmek... ortamı yaşayayım, bir deneyim edineyim, burayı içime çekeyim diye bir dert yok... selfie var mı lavantalar arasında? cevap evetse, Kuyucak gezilmiştir....

Okuduğuma göre, 2016 yılında valiliğin desteği olmuş bu lavanta girişimine... O günün haberleri, köylüye eğitim verildi diyor, yazarlar, ünlü dijital dünya fenomenleri tanıtım için davet edildi diyor... Herkes burayı konuştuğuna göre, "fenomenler" işini yapmış belli, ama verilen eğitimin ne işe yaradığını ben şahsen göremedim, hissedemedim bile... Bilmiyorum, Isparta'daki İl Turizm ve Kültür Müdürlüğü'nün işleri çok mu başlarından aşkındır da, köylünün kendi naif çabasıyla başlattığı bu lavanta işine sürdürülebilir bir destek vermez, veremez? Ya da Kuyucak'ın bağlı olduğu belediyenin bu kadar ses getiren bir girişimi geliştirmeye ayıracak zamanı mı yoktur? Şu köyün girişine, çıkışına ziyaretçilerin arabalarını park edecek küçük bir alan yapmak bozkırın içinde imkansız mıdır? İlla her araba geçişinde köyün toza dumana bürünmesi şart mıdır? Köylüye "katma değerli hizmet" sunabilmeleri için biraz bilgi, eğitim vermek çok mu maliyetli bir iştir? Şöyle güzel paketlenmiş ürünler, lavantalı ıslak mendil gibi albenili ürünler üretebilmeleri için hadi hibeyi geçtim kredi verebilecek bir kurum da mı yoktur? Belli ki köylü, kendi çabasıyla ancak buraya kadar getirebilmiş, bundan sonrasına destek verecek bir babayiğit yok mudur?...

Peki ya köşe yazarları, blogger'lar? Bu yazarların tek işi burası çok güzel, şurası harika mı demektir sadece? Mübalağa etmek dışında, yok mudur katacakları bir yorum? Yok mudur gerçekleri yazıp bir bilinçlendirme sağlamak görevleri?

İşte Kuyucak'ı gezdim gezeli, bu deli sorular kafamda... O hoyratlığı hatırladıkça, içim yanıyor.. Göz göre göre, güzelim naif bir girişim elden gidiyor... Bugün akın akın turist gelen lavanta kokulu köyü, korkarım, pek de güzel bir gelecek beklemiyor eğer bazı önlemler alınmaz, eğer köylüye bir destek eli uzanmazsa...

Ben yine de güzel fotoğraflarla anımsayayım Kuyucak'ı....






28 Mayıs 2017

AKDAMAR: AHH TAMAR....


Tevekkeli değil bu yörede deniz diyorlar Van Gölü’ne… Uçsuz bucaksız bir mavilik, duru, yalnız, sakin ama hemen hırçınlaşmaya hazır… Çevresinde sıra sıra dağlar, tepeler, öyle ufku kapatacak kadar ulu değil ama ıssızlığıyla, güneşe perde bulutların gölgeleriyle bir başka heybetli… İnsanın tenine dokunan bir hüzün, en kızgın güneşin altında bile içini ürperten bir serinlik etrafta….

Ve işte bu deniz-gölün ortasında adalar… En ünlüsü Akdamar… isminden cismine sürekli bir tartışma konusu olan, ama o yapay gündemleri bir kenara bırakınca, sadece, maviyle mevsim renklerinin raks ettiği bir cennet…..




İşte sizi bugün bu cennete davet ediyorum… Önce, gelin, Van’ın Gevaş ilçesine gidelim… Sahilde bir sürü lokanta var ama hadi bu seferlik Grand Deniz Restaurant’ı seçelim… İki sıra uzun ağacın arasından geçip, sahil boyunca uzanan bölümdeki masalardan birine oturalım… önümüzde mavinin her tonunda Van Gölü, yazın geldiysek yüzmek için, güneşlenmek için herşey hazır… yok, ilkbaharsa, hafif bir rüzgar, azıcık üşüten…. Balık istersek balık, et istersek et, hepsi tazesinden, salata en organiğinden…. Önce bir karnımızı doyuralım…

Sonra belli saatlerde kalkan Akdamar teknelerinden birine atlayalım… Suyu beyaz köpüklerle yara yara ilerlerken, ciğerlerimiz temiz havayla dolsun, başımız dönsün mavinin keskinliğinden, teknenin rüzgarıyla dalganan Türk bayrağına baktıkça, memleket aşkı dolsun içimize, gözümüzde yaşlar biriksin… Ve yavaş yavaş Akdamar Adası belirsin önümüzde… önce uzaktan bir kaya yığını, üzerinde otlar, çalılar, yaklaştıkça, tarih tarih kokan…. 


Sonra güzelliği dillere destan Tamar’ı düşünelim, efsaneye göre adaya adını veren o ünlü Tamar’ı…. Onun aşkı uğruna geceleri yüzerek adaya gelen, bir gece kızın babası yol gösteren fenerle oynayınca, yolunu kaybeden ve çok yüzmekten yorulup boğulan, ama boğulmadan önce son sözleri “Ah Tamar” olan çobanı analım…. Üzülelim çobana, ama bir o kadar da adanın adı Akdamar mı Ahtamar mı diye yapılan tartışmalara… Ne diye olduğu bilinmez yazık kapışmalara, üzülelim çok, dertlenelim….

Yaklaştıkça adaya daha da, tam 1096 yıldır o topraklarda yükselen ünlü kilise tüm azametiyle önümüzde belirsin… tekneden inmek için can atalım, hemen yanına gitmek, o kadim tarihi solumak için acele edelim…. Merdivenleri çıkalım ikişer üçer atlayarak…. Keşiş Manuel’in imzasını taşıyan, dönemin en ünlü sanatçı ve ustalarının emekleriyle şekillenmiş toprak rengi kilise ve manastırın dış duvarlarında, Davut Peygamber ile Golyat’ın mücadelesini, Yunus Peygamber’in denize atılmasını, Adem ile Havva’yı, geyikleri, kuşları, balıkları, asma sarmaşıklarını, üzün salkımlarını resmeden rölyefleri hayran hayran seyredelim…. 

İçimiz titresin onlara baktıkça, hayal edelim o günleri, o günlerdeki yaşamı, insanları, o aynı toprakları, aynı geçmişi paylaştıklarımızı…

Eğer elimizden gelirse o güzelliklerin önünden ayrılmak, biraz tepelere çıkalım, çok kimselerin gitmediği tepelere… 




Kiliseyi şöyle çiçekli ağaçların dalları arasından seyredelim, sağda ve solda maviyi delen motorlar gidip gelsin, tek onlar bölsün zamanın durmuşluğunu… Ve biz orada, 915’te ilk tuğlaların konuşunu hayal edelim, 921’de kilisenin bitişindeki kutlamaları, 1113’te manastırın kuruluşunu, 1895’e kadarki Ermeni Patrikliği zamanındaki törenleri, 1918’de adanın terkedilişini, yalnızlığını, yavaş yavaş çöküşünü, sonra 2005’te yeniden dünyaya gelişini, 2007’den itibaren İran’dan Amerika’ya dünyanın dört bir yanından gelenlere kadim çehresini gururla sunuşunu…. Birden hatırlayalım kendimizi, ortak tarihe sahip çıkmanın sorumluluğunu hissedelim omuzlarımızda, silkelenelim….


Dönüş saatini kaçırmama telaşı sarsın bizi biraz… ama yine de çay bahçelerinde durup bir Türk kahvesi söyleyelim şöyle köpüklüsünden, onu içelim… sonra teknemiz gelsin, binelim… kafamızda binbir düşünce, dönelim evimize… ama artık aynı biz olmadan, Akdamar’dan bize kalanlarla heybemizde…..