Bizim yolumuzu Gozo Adası'na düşüren şuursuz ve dikkatsiz planlamamız oldu ama bu sayede hayatımızın en güzel bir haftalık dinlenme tatillerinden birini yaşamış olduk...
Olay şu şekilde gelişti: sıcak bir yaz günü evde bayılmış halde yatarken eşimle birlikte Airbnb'de ev bakıyorduk, öyle kafamıza göre bir şehir seçiyor, oradaki evleri inceliyorduk. Malta'daki evlere bakarken "Old Wine Inn" diye bir ev bulduk. 2 katlı, begonvillerle kaplı, muhteşem bir bahçesi ve küçücük bir havuzu olan 300 yıllık bir taş ev. Baktık günlüğü 150.- TL bile değil, ev de çok güzel, birden o anda, hadi gelecek sene Ağustos ayında yaz tatilimizi burada yapalım dedik ve popüler bir ev olduğu için kaçırmamak adına aynı gün tüm 1 haftalık parayı da ödeyerek evi kiraladık.
Pek memnun bir şekilde hadi şimdi bir de Malta haritasına bakalım, tam olarak neredeymiş evimiz dedik ve haritayı açınca ne görelim!!! Malta'da değil ev, Malta'nın kuzeyindeki Gozo diye bir adada!! Adını bile duymamışız daha önce... Tabii bir şok yaşadık... Sonra amaaan, ne olacak, araba kiralarız, feribot da varmış iki ada arasında gider geliriz dedik... Araba kiralama detaylarına girince yeni bir şok dalgasıyla karşılaştık: direksiyon sağdaymış ve biz daha önce hiç öyle araba kullanmadık... Tabii evin parası verilmiş, iptal imkanı yok, olsun, sağdan akan trafiği de öğreniriz diye avuttuk kendimizi... 1 yıl geçip de bizim tatil zamanı geldiğinde, Euro'nun 7.- TL'lere ulaştığı en yüksek dönemine denk düşünce, açıkçası ayaklarımızı geri gide gide yola çıktık, tabii o an nereden bilelim, en güzel tatillerimizden biri olacağını...
Tabii en başta söylemeliyim ki, bu tatili her zamanki gezilerimizden farklı yaptık. Havanın çok sıcak olacağını tahmin ettiğimiz için, öyle haldır haldır gezeceğiz, her yeri göreceğiz, tüm adımları önceden planlayacağız demedik. Biraz akışa bıraktık kendimizi. Her ne kadar Malta'ya gider geliriz diye en başta düşünmüş olsak da, biz Malta'nın kendisini aşırı kalabalık bulduk, o yüzden sadece 2 gün geçtik ana adaya, hep Gozo'da kaldık ve bu sakin adaya bayıldık. Elimizden geldiğince turistik aktivitelerden uzak durduk ve bir Gozolu gibi yaşamaya çalıştık.
Qala kasabasında kaldığımız ev hakikaten çok güzeldi, o yüzden rutinimiz şu şekilde oldu çoğu zaman: sabahları erken saatte bizim Aygaz arabaları gibi ses çıkartan arabaları takip ediyor, sokaktan geçtiklerinde kapıya çıkıp sıcak ekmeğimizi, kek, poğaça türü hamur işlerini onlardan alıyor ve kahvaltımızı evde yiyorduk. Kahvaltıdan sonra evden çıkıp ya plaja, ya gezilecek bir yerlere gidiyorduk. Her semtin kilisesinin çan kulesini takip edip, kilisenin olduğu meydanı buluyor, orada hafif bir öğle yemeği yiyor, sonra da evimize dönüp bahçede küçük havuzumuzun tadını çıkartıyorduk. Akşamları da yine yemek için belirlediğimiz restoranlardan birine gidiyorduk. Tek planlamayı akşam yemekleri için yaptık çünkü hafta içi de hafta sonu da rezervasyonsuz yer bulmak pek mümkün olmuyordu.
İşte bu bizim pek de alışık olmadığımız düzende geçen tatilden sizlerle paylaşabileceğim tavsiyeler...
Operasyonel detaylar:
Araba kiralama işi kolay oldu. Ben önceden Internet'ten rezervasyon yaptırmıştım ve çok uluslu bilindik bir firmayı tercih etmiş, bloglardan okuduklarımdan yola çıkarak (aman yollar çok kötü, sürücüler çok dikkatsiz vs gibi), mümkün olan en kapsamlı sigortayı yaptırmıştım. Oraya gidince gördüm ki, daha ucuz olan yerel kiralama markaları çok daha makulmuş ve ne yollar öyle kötüymüş ne de sürücüler dikkatsizmiş... Yani boşu boşuna o kadar sigorta parası ödemiş olduk.
Ters direksiyonu kullanmak hiç zor değilmiş, 15-20 dakika sonra alışıyor insan. Google Map ile de her yere kolayca gidiliyor, zaten küçücük bir mekan, kaybolmak mümkün değil.
Dilerseniz toplu taşıma da kullanabilirsiniz, her yerde otobüs durakları var ama otobüsler saat çizelgesine pek uymuyorlar ve o Allahın sıcağında duraklarda beklemek, bekleyenlerden gördüğüm kadarıyla, bir azap.
Gozo adasına her 45 dakikada bir feribot var, ödeme sadece adadan dönüşte yapılıyor ve gidiş sadece 20 dakika sürüyor. Eğer unuttuğunuz diş fırçası, güneş kremi, su, bisküvi gibi birşeyler varsa, feribotun içindeki küçük markette bunların hepsi satılıyor ama normalden çok daha pahalı. Zaten Malta epey pahalı genel olarak, Gozo Adası nispeten daha makul bir yer.
Ciddi bir sivrisinek sorunu var, her türlü sinek savar araç gereç ve materyalle donanmanızı çok tavsiye ederim, öyle böyle değil zira...
Prizler İngiltere'deki gibi, adaptör getirmeyi unutmayın.
Burası, benim bugüne kadar gezdiğim en dindar yer. Neredeyse her evin bahçesinde, kapısında, duvarında bir İsa, bir Meryem heykeli, hem de akşamları ışıklandırılan cinsten... Kasabalarda ise hayat kilise meydanında dönüyor. Birçok kasabanın devamlı özel günleri oluyor ve akşamları kiliseler rengarenk ışıklandırılıyor. Kaçırılmaması gereken bir görsel şölen. O yüzden gitmeden önce hangi kasabada hangi tarihte ne kutlaması var, mutlaka bakın. Biz önceden bilmiyorduk ama şans eseri son akşamımızda Xaghra Kasabası'nda böyle bir kutlamaya denk geldik, o kadar keyifliydi ki!!
Bu arada, eğer hızlı bir gece hayatı arıyorsanız, Gozo size göre değil. Yukarıda bahsettiğim özel günler dışında, akşamları çıt çıkmıyor kasabalarda. Cumartesi akşamlarının en büyük eğlencesi ise, kilise bahçesinde oynanan tombala!!!
Adada neredeyse her dükkan, hatta banka şubeleri bile çoğu zaman kapalı. Nadur'un çıkışındaki bir süpermarket hariç 9:00-18:00 kesintisiz açık bir yer bulmak çok zor. Bazı öğlenler restoranlar bile kapalı... Ada insanının biyolojik saati turizm falan dinlemiyor belli ki...
Plajlar:
Biz öyle kalabalık plajları pek sevmeyiz o yüzden de Gozo'da çok sık denize girmedik. Kaldığımız evde plaja götürmek için hasırlar ve şemsiyeler vermişlerdi (plajlarda bunlar yok, ya siz yanınızda getireceksiniz ya da saatlik bunları kiralayan kiosklardan kiralama yapacaksınız), bazı günler arabanın arkasına bunları atıp, birkaç plaj gezdik ama çok kalabalıktı her yer, o yüzden plajları pek tercih etmedik.
Ama yine de gittiğimiz az sayıdaki plajı anlatayım. Favorimiz evimizin de yakınında olan Dahlet Qorrot oldu zira yolu biraz daha sapa olduğundan olsa gerek, nispeten en sakin olan plaj burasıydı. Denizi harikaydı, kumsal bölümü çok dardı , 12'ye doğru su, dondurma, hamburger gibi şeyler satan arabalar hizmet vermeye başlıyordu. Internet'ten okuduğumuzda aman park yeri yok, erken gidin diye uyarılar okuduk ama hafta içi hiç öyle bir sorun olmadı, hafta sonu da birkaç yüz metre uzakta park yerini rahatlıkla bulabildik, abartılacak bir durum yok.
Dwejra Inland Sea, özellikle rüzgarlı günlerde tercih edebileceğiniz bir plaj. Kayaların arasında kalmış gölet gibi bir yer. Özellikle dalışçılar burayı tercih ediyorlar. Sağda solda kafeler, biraz ileride de bir restoran var. Ama bu restoranda öğle yemeği için bile önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Biz burayı aşırı kalabalık bulduk.
Turistlerin en çok tercih ettiği plaj ise Ramla Bay: çoğu plaj hep kayalık olduğu için, bu plajın uzun kumsalı onu çok popüler kılıyor. Diğer plajlara nazaran, burası çok daha organize, altyapısı çok daha profesyonel, plaj imkanları (şezlong, şemsiye vs) ve yeme içme opsiyonları çok daha zengin. İşte burada otopark problemi var, hafta içi hafta sonu dinlemeden akın akın insan geliyor bu plaja.
Görülecek yerler:
Benim favorim Zebbug'daki Xwejni Salt Pans oldu. Eskiden yerel halkın deniz tuzu topladığı bu doğal oluşum beni çok etkiledi. Yılın ortalama 300 günü güneşlidir denen Malta'da, burayı gezerken korkunç bir sağanak yakaladı bizi. Biraz da o sağanağın yarattığı renklerden olsa gerek, bayıldık buraya, seyretmeye doyamadık bu doğal güzelliği. Normalde tuz satan kişiler de oluyormuş burada ama tam vardığımızda fena bir yağmur bastırdığı için, biz onları göremedik maalesef.
Game of Thrones'un ilk sezonunda Daenerys Targaryen ile Khal Drogo'nun düğününün çekildiği mekan olmasıyla ünlü Dwejra Bay de ada ziyaretçilerinin sıklıkla ziyaret ettiği bir mekan. İki yıl öncesine kadar burada bir de ünlü "Azure Window" varmış, bir kaya oluşumu ama güçlü bir fırtınada yıkılmış, o yüzden "Azure Window" falan kalmamış. Ben açıkçası çok anlamlandıramadım burayı: çok rüzgar esen kayalık bir yer. İyot kokusu, o sıcakta rüzgarın serinliği ve bir de yakınlardaki sade bir şapel hoşuma gitti ama illa da görülecek bir yer gibi gelmedi bana.
Adanın her yeri adım başı kilise ama bunların içinde Gharb kasabasındaki Ta' Pinu benim en çok beğendiğim oldu. Oldukça yeni bir kilise burası (1922-1932 yılları arasında yapılmış) ama hastaları iyileştirmede mucizevi özelliği olduğuna inanılıyor (içerisi adaklarla dolu, bir yerde bir gözlük, öteki tarafta bir protez bacak falan, çok garip), 1990'da Papa 2. Jean Paul'ün de burayı ziyaret etmiş olması kiliseyi daha da ünlü kılmış. Ben mimari açıdan beğendim açıkçası, geniş, ferah bir kilise. İlla kilise gezecekseniz, önceliği Ta' Pinu'ya verebilirsiniz.
Zebbug Kasabası'nda tepede büyük bir İsa Heykeli var, adı Tas Salvatur. Oraya da gidenler var, özellikle manzara diye ama Gozo manzarası dediğiniz kurak toprak ve mavi denizden oluşuyor. O yüzden biz oraya kadar çıkmadık, uzaktan fotoğraflamakla yetindik.
Xaghra kasabasındaki Ggantija Temples eğer arkeoloji ilgi alanınıza giriyorsa, hoşunuza gidebilir. UNESCO Kültür Mirası listesindeki bu MÖ 3600'lerden kalma yani ünlü Stonehenge'den de eski tapınak, tabii bizim topraklarımızdaki Göbeklitepe ile karşılaştırılınca çok zayıf kalıyor ama bilgilendirme binasındaki açıklamaları inceleyip gezildiğinde insanı epey etkiliyor.
Aynı kasabada bir de Ta' Kola isimli bir yel değirmeni var, Ggantija Temples için aldığınız bilet burada da geçiyor. Biz o nedenle girip gezdik burayı ama çok anlamsız, bildiğiniz un öğütülen değirmen işte, zaman harcamaya değmez.
Gozo Adası'nın merkezi niteliğinde Victoria'da, Malta adasının ünlü M'dina'sını aratmayan dar sokaklar var. O sokaklarda dolaşmanızı çok tavsiye ederim. Her bir kapı, her bir pencere ayrı süslü, günlük hayat o yüzyıllık sokaklarda aynen devam ediyor, bu çok etkileyici.
Victoria'da kalenin içinde bir doğa, bir de arkeoloji müzesi var ama o kadar zayıflar ki gezmeye bile değmez, hele de sıcak bir günde oradaysanız. Biz gezdik gezmesine de uçar adımlarla adeta, hem çok sıcaktı, hem de sergiler hiç ilginç değildi. Victoria'da bir de şehrin dini tarihini anlatan Il Hagar Müzesi var, girişi ücretsiz. Hristiyanlık tarihi ilginizi çekiyorsa, güzel bir müze olarak tavsiye edebilirim.
Restoranlar
Malta'nın yeme içme kültürü bizim damak tadımızla çok örtüştü. Midye ve kabuklu deniz ürünleri yemekten nasıl oldu da rahatsızlanmadık bilemiyorum ama o kadar güzel yapıyorlar ki bu ürünlerden yemekleri, başka yerde kolay kolay bulamayız diye saldırdık adeta bu yemeklere.
Favori restoranımız Victoria'nın dar sokaklarında çok sıcak bir Pazar günü rastladığımız Il Panzier oldu. Sicilyalı bir ailenin işlettiği bu restoran bir avludan oluşuyor, üst katta aile yaşıyor, aşağıdaki mutfakta da anne yemekleri hazırlıyor, baba ve 10 yaşlarındaki oğlu servis yapıyor. İlk bakışta turistik bir yer gibi geliyor insana ama yemekler de servis de çok özenli. Baba önce gelip nereli olduğunuzu soruyor, dediğine göre, damak zevkinize uygun bir seçim yapmanıza yardımcı olmak içinmiş bu soru. Sonra nasıl bir yemek istediğinizi soruyor ve ardından da kendi önerilerini sunuyor. Tüm seyahatimiz boyunca yediğimiz en lezzetli yemek buradaydı. Hafif limon rendesiyle servis edilen kalamar, mozarella peynirleriyle bezenmiş midye yemeği, soğuk makarna, hepsi enfesti. Ama burası, yemeğe en çok para verdiğimiz restoran oldu aynı zamanda, onu da belirtmeden geçmeyeyim.
Feribot yolunda ada içlerine doğru giden ana yolda sağda yer alan ve dış görünüşü çok sıradan olan Ta' Philipp de sürprizler içeren bir restoran. O sıradan görünüşüne aldanmayın, harika yemekleri var, özellikle ıstakozlu spagettisi çok lezizdi.
Bina çirkinliğini benzettiğim için, Gozo'nun "Marmaris"i diye tanımladığım Marsalforn kasabasında tam sahildeki "Il Gambero" bir İtalyan restoranı ve güzel bir manzara eşliğinde yemek yemek için tavsiye edebileceğim bir mekan.
Gozo'nun en gözde mekanı Mgarr kasabasında, tepeden adanın limanına bakan, çok güzel bir manzaraya sahip "Country Terrace Restaurant"da yemek yiyebilmek için 3 gece öncesinden rezervasyon yaptırmamız gerekti. Dolayısıyla beklentimiz çok yüksekti. Evet, manzara hakikaten nefes kesiciydi ama yemekler süslü püslü ama lezzetsiz, servis de çok yavaş ve ilgisizdi, manzara dışında pek tavsiye etmem.
Yine Mgarr'da marinanın içindeki Porto Vechhio ise hem romantik ortamı hem de çok lezzetli yemekleriyle favorilerimizden biri oldu. Ama burası için de özellikle akşam yemeği için önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor.
Bizim kaldığımız Qala kasabasında ise favorilerimiz Ta' Vestru ve D Café oldu, her ikisi de küçücük olduğu için, buralarda da akşam yemeği için rezervasyon şart.
Xaghra'daki Oleander sofistike bir akşam yemeği istiyorsanız, en doğru adres olacaktır. Seçenekleri sınırlı bir menüsü var ama yemekler enteresan, yalnız biraz pahalı.
Plajıyla ünlü Xlendi kasabasındaki Ta' Karolina bizim çok merak ettiğimiz bir restorandı. Hemen denizin kıyısındaki masalarını gösteren fotoğraflara bayılmıştık o yüzden daha İstanbul'dayken buradan rezervasyon yaptırmıştık. Maalesef tam bir hayal kırıklığı oldu bizim için. O fotoğraflar böyle dünyadan uzak, denizle başbaşa, sakin, romantik bir ortam vaat ediyordu, gerçek ise, kalabalık, şehrin ortasında, gürültülü ve özensiz bir ortamdı. Bizim düştüğümüz tuzağa siz düşmeyin derim.
Xewkija isimli küçük ve çok sakin kasabada Giovanni's Restaurant'da yediğimiz öğle yemeği ise seyahatimizin en güzel sürprizlerinden biriydi. Bu kadar in cin top oynayan bir kasabada, epey de aç olduğumuz bir öğlen, bu kadar güzel bir restorana denk gelmek bizim için büyük şanstı.