18 Şubat 2020

ÇORUM: TARİHSEVERLERİ BEKLEYEN ŞEHİR


Gezmeyi ne kadar sevdiğimi anlatmak için "beni Çorum'a götürün, orada bile mutlu olurum" derdim. Çorum'da görülecek hiçbir şey yoktur önyargısıyla söylediğim bu sözün ne kadar yanlış olduğunu ancak Çorum'a gidince anladım. Zira bu şehir, tarihi seven gezginlerin mutlaka görmesi gereken yerlerden biriymiş. Ama ne acıdır ki muazzam tarihine rağmen, turistlerin pek uğramadığı, zenginliği görücüye çıkamayan bir şehir Çorum...

Tabii, bu durumun birçok nedeni var. Şehrin en önemli tarihi özelliği olan Hititlerin çok kadim bir uygarlık olmakla birlikte, arkeolojik kalıntılarının Antik Roma ya da Antik Yunan'dan kalanlarla karşılaştırıldığında (tabii aradaki yüzyıllar farkı nedeniyle haksız bir karşılaştırma bu) konuyla ilgili olmayanlar için nispeten daha az etkileyici olması bir neden. Ören yerlerinden elde edilen buluntuların ağırlıklı olarak Ankara'daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde sergileniyor oluşu bir başka neden. Şehirde havalimanı olmaması, dolayısıyla ulaşımın nispeten zahmetli oluşu lojistik açıdan Çorum'u cazip kılmayan unsurlardan bir tanesi. Bütün bunlara ek olarak, şehrin içinde de turizmi dikkate pek almayan bir yerel yönetim anlayışının hakim olması, Çorum'un gezginlerin görülecekler listesinde yer almamasına ya da en azından bu listenin üstlerinde yer almamasına neden oluyor sanırım.


Örneğin, şehirde konaklama yapmak için çok fazla alternatifiniz yok. Şöyle yerel mimari unsurları taşıyan, bölgenin ruhunu hissedeceğim bir yer istiyorum derseniz, öyle bir konaklama yeri yok. Şehirde düzgün bir konforu bulabileceğiniz tek yer Anitta Hotel. İsminin Hititleri çağrıştırdığına bakmayın, modern bir şehir oteli burası. Eğer alkollü içki içmek istiyorsanız, şehirde gidebileceğiniz tek yer de burası. Allahtan odaları çok rahat, özellikle kahvaltısı çok güçlü, bu sayede elinizdeki tek seçenek yine de iyi bir seçenek oluyor.

Yemek konusunda da, esnaf lokantaları ve her şehirde gördüğümüz ve hepsi aynı menüyü sunan birbirinin eşi restoranlar dışında, Çorum mutfağını deneyimleyebileceğiniz yer sayısı çok az. Katipler Konağı isimli aile işletmesi, bu alandaki tek alternatif muhtemelen. Şehrin eski evlerinin muhafaza edildiği bölgede yer alan restore edilmiş bu avlulu konakta, konağın sahibi aile yerel lezzetleri tadabileceğiniz bir ortam yaratmış. Son derece amatörce işletilse de, şehrin kendine özgü dokusunu hissedebileceğiniz bir yer olmuş burası.


Bir de tabii leblebi olayı var ilkokuldayken kutladığımız yerli malı yurdun malı haftasından hatırlayacağımız. Gerçekten de leblebi konusunda Çorum bir başka boyutta. Çeşit çeşit leblebinin yanı sıra bir leblebi kurabiyesi var ki, onu tatmadan dönmemeli... Şehrin her yerinin leblebi dükkanlarıyla dolu olduğunu söylemeye sanırım gerek yoktur. Şu en iyisi dedikleri yerdekiyle herhangi bir sokaktaki dükkanın leblebisi arasında şahsen bir fark fark edemediğim için, diyorum ki, Çorum'da leblebi her yerden alınabilir. 


Ama tabii Çorum'a gitmenin esas ve belki de tek nedeni Hititler... MÖ 17. yüzyıla dayanan bu uygarlığın izini sürebilmek, Çorum seyahatinin en büyük kazancı. Ören yeri olarak 4 farklı alan var. Bunların içinde beni en çok etkileyen yer Hattuşaş oldu. UNESCO Dünya Mirası listesinde yer alan bu ören yerini Nisan ayında beklenmedik bir kar yağışı sonrası bembeyaz bir örtü eşliğinde gezme şansını yakaladık biz. Taş geçitleri, piramit formlu yapıları ile mimari yetkinliği çok etkileyici bir yer burası. Şehrin kapısının, kazılarda bulunan bir minyatür forma sadık kalınarak yeniden inşa edilmiş olması ortamı gözünüzün önünde canlandırmanıza imkan tanıyor. Hattuşaş'ın en ünlü noktası ise Sfenksli Kapı. Tabii, ören yerindeki sfenksler sadece replika, orijinaller Boğazköy Müzesi'nde yer alıyor.

Hititlere ilişkin beni en çok etkileyen ikinci ören yeri ise Yazılıkaya oldu. Hattuşaş'a 2 km uzaklıkta yer alan bu bölge bir açık hava tapınağı ve bir şekilde rüzgar, yağmur, kar gibi yıpratıcı doğa koşullarından korunmuş rölyefleriyle, Hititlerin tapınak törenlerindeki uygulama ve geleneklerini çok net görebileceğiniz muazzam bir yer.

Bu iki ören yerini gezdikten sonra Boğazköy Müzesi'ni ziyaret etmek en doğru adım olur. Zira bu iki ören yerindeki buluntuların ve bazı heykellerin orijinallerinin sergilendiği yer burası. Önce müzeyi gezip sonra ören yerlerine gitmeyi hiç tavsiye etmiyorum zira müzede gördüklerinizi anlamlandırmak çok daha zor oluyor o şekilde. Bu arada Boğazköy Müzesi'nin son derece modern, sergileme koşulları çok başarılı bir müze olduğunu da belirtmeliyim.

Hititlerle ilgili bir başka önemli ören yeri de Alacahöyük. Ancak bu ören yerinin Hititlerden de öte, Türk arkeoloji dünyası için çok farklı bir yeri var. Zira yeni kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti'nin başlattığı ilk arkeolojik kazılar burada yapılmış ve Mustafa Kemal Atatürk kendi cebinden dönemin 3.000.- TL tutarında bir bedelle bizzat bu kazılara sponsor olmuş. Alacahöyük'te ören yeri sadece çok genel bir fikir veriyor zira buradan elde edilmiş tüm buluntular bugün Ankara'daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi'nde (bu nedenle, imkan varsa, Çorum seyahati sonrası, Ankara'ya uğrayıp bu müzeyi görmek lazım). Buradaki törensel mezarlar arkeologlara Hitit medeniyeti konusunda çok büyük bir bilgi kaynağı olmuş. Ören yerinin içindeki müzede daha ziyade buradaki arkeolojik çalışmaların tarihçesi sunuluyor, buluntular çok az sayıda.

Bu arada, Alacahöyük'e gitmişken, ören yerinin tam karşısındaki turistik eşya satan yerler arasında yer alan Arinna Cafe'ye uğrayıp oradaki teyzenin pişirdiği sündürmeyi de mutlaka tatmanızı öneririm.

Hititlerle ilgili son ören yeri ise Şapinuva. Burada kazılar çok yeni, sadece 30 yıl olmuş çalışmalar başlayalı. Bu nedenle ortaya çıkanlar çok sınırlı. Henüz turizme de açılmış değil, daha doğrusu turistik bir altyapısı yok, ne açıklamalar var, ne yönlendirmeler, ne de bir giriş ücreti. Ama arkeolojik kazıların nasıl yapıldığını anlamak adına, Şapinuva'yı gezmek, ama mutlaka bir bilenle gezmek, insanın ufkunu açıyor.

Çorum seyahatini sonlandırmadan önce gidilecek son yer ise Çorum Müzesi. 1986 yılına kadar lise olarak kullanılan ve erken dönem Cumhuriyet mimarisinin çok güzel bir örneği olan bir binada yer alan Çorum Müzesi'nde iki bölüm var: arkeoloji ve etnoğrafya. Etnoğrafya bölümündeki sergi, neredeyse her şehirde göreceğiniz ile üç aşağı beş yukarı aynı. Ama arkeoloji bölümü fevkalade etkileyici. Hititlerden kalan birçok kalıntının orijinali burada yer alıyor. Çivi yazısıyla yapılmış anlaşmalar, kanunlar, ama özellikle de dünyada sadece 5 tane olduğu bilinen kabartmalı frizli vazo başta olmak üzere, eğer arkeolojiye meraklı iseniz, mutlaka görmeniz, uzun uzun incelemeniz gereken buluntular bu müzede çok başarılı bir şekilde sergileniyor.

                 


İşte Çorum böyle arkeolojik zenginliği olan bir şehir. Eğer arkeolojiye meraklıyım diyorsanız, vakit geçirmeden bu güzide coğrafyayı ziyaret etmenizi önemle tavsiye ederim.




27 Haziran 2019

HIGHLAND BÖLGESİ: İSKOÇYA'NIN KALBİ


Bence Highland Bölgesi'ni görmeden İskoçya'yı görmüş saymamak lazım kendini. Edinburgh, Glasgow gibi büyük şehirler üç aşağı beş yukarı Avrupa kentleriyle aynı ama Highland Bölgesi yüzlerce yıldır üzerinde yaşayan insanlara rağmen doğası bozulmamış, titizlikle korunmuş tarihi ve doğal akışında seyreden İskoç kültürüyle, bu toprakları tanımak için en doğru adres. 

Bizim arabayla gerçekleştirdiğimiz İskoçya seyahatimiz 1 gün Edinburgh sonra Highland Bölgesi ve tekrar Edinburgh'a dönüş ve 2 gün de yine Edinburgh şeklindeydi. Highland Bölgesi'nin gözdesi Isle of Skye'ı zaten daha önceki bir yazımda anlatmıştım (Isle of Skye: Yeşil İnziva). Bugün ise Edinburgh'dan yola çıkıp tekrar Edinburgh'a dönüşe kadar olan süredeki izlenimleri paylaşacağım. 
                  


Altınızda araba olunca, bu güzergahı istediğiniz gibi planlayabiliyorsunuz. Mel Gibson'un başrolünü oynadığı Braveheart filmi favorilerimiz arasında olduğundan, her ne kadar birebir yolumuzun üzerinde olmasa da, filme konu olan tarihi karakter İskoç savaşçı William Wallace anısına dikilmiş Wallace Monument'ı ziyaret ederek başladık biz seyahatimize. 




Stirling isimli küçük bir kasabada yer alan bu 1869 yapımı kule 200'ü aşkın basamaktan oluşan dar ve klostrofobik (karşıdan biri geliyorsa, sizin gerisin geriye gitmeniz gerekiyor o derece dar) bir merdiveni çıkmanızı gerektiriyor. Bazı katlarında sergiler var ama esas ilgi çeken tarafı çatısı ve oradan görülen manzara, tabii rüzgardan uçmamayı becerebilirseniz. 


Herhalde anlaşıldığı üzere, biz Wallace Monument'a pek bayılmadık, illa görülmesi gereken yerlerden biri değil (kafesi çok güzeldi o başka) ama Stirling'e giderken rastladığımız Logie Kirk gibi küçük ve eski kiliseleri gezme imkanı elde edince, o kadar da büyük kayıp değil dedik.  

Eğer mimari ilginiz çeken bir alansa, mutlaka görmenizi tavsiye edeceğim yer Helensburgh'daki "The Hill House". Ünlü İskoç mimar Charles Rennie Mackintosh tarafından inşa ve dekore edilmiş bu ev "Art Nouveau" akımının en güzel örneklerinden biri sayılıyor. 1904 senesinden kaldığı düşünülürse, evin modern çizgisi o dönem için ne kadar sıradışı idi, insan gözünde canlandırabiliyor. Bizim en çok keyif aldığımız yerlerden biri oldu The Hill House. 


Seyahatimizin bir sonraki durağı ise Loch Lomond kıyısındaki (Loch İskoç dilinde "göl" demek) Luss kasabası oldu. Luss, çoğu yaşlı sadece 200 kişinin yaz-kış yaşadığı, Hansel ve Gretel masalından çıkma sevimli evlerden oluşan bir Ortaçağ kasabası. Tabii kasabadaki binaların çoğu 18. yüzyıldan kalma, öncekiler yıkılmış. 


                 


Her taraf çiçek, her ev özene bezene yapılmış pencerelere sahip, çok turistik olduğu için bir sürü hediyelik eşya dükkanı dolu, göl kıyısında kuğuların dolaştığı rüya gibi bir kasaba. Kasabanın en ünlü noktası içinde bir Viking mezarı da bulunan Parish Kilisesi ve mezarlığı. Öğle yemeği yemek için de güzel bir nokta burası. Luss'ı görmeden olmaz kısacası. 


İskoçya'da bolca şato var, hepsini gezmeye sınırlı zaman yetmez. O nedenle biz de seyahate çıkmadan önce göreceğimiz şatoları önceliklendirmiştik. Invereray Şatosu da bunlardan biriydi. Şatoların hep turist dolu ve dolayısıyla kalabalık olduğunu bildiğimiz için 14. yüzyıldan kalma (tabii mevcut yapı 17. yüzyıldan) bu şatoyu akşamüstü, kapanmadan hemen önce gezdik. Bu sayede muhteşem bahçesinde sessizliğin ve doğanın tadını çıkartabildik, içerisini itiş kakış olmadan gezebildik. 

Bu şato Argyll Düküne ait ve şatonun bir yarısı müze olarak gezilebilirken, diğer yarısında 13. Argyll Dükü ve ailesi yaşıyor. Şatonun gezilebilen bölümünde de aileye ait fotoğraflar vs yer alıyor. Benim en sevdiğim şato Invereray oldu açıkçası. 






Highland Bölgesi gezimizin ilk gecesinde Oban'da kaldık. Oban bir liman şehri, fazla turistik bir yanı yok. Bununla birlikte, İskoçya'nın deniz ürünleri merkezi sayılıyor ve en ünlü restoranı da "Ee-Usk" gibi garip bir adı olan yer. Şuursuzca rezervasyon yaptırmadan gittiğimiz için biz biraz sıra bekledik ama masamız hazır olup da o midyeleri, o ıstakozları mideye indirince, iyi ki gelmişiz dedik. Yolunuz Oban'a düşerse, bu restorana mutlaka gidin. 

          


Turistik değil dedim ama biz yine de Oban'ı çok sevdik, gün batımındaki manzarası, denize nazır sıra sıra dizilmiş eski evleri çok hoşumuza gitti. Burada deniz kenarındaki Best Western the Queen adlı otelde kaldık. Manzaramız, otelin bir önceki yüzyıldan kalmış hissettirten ortamı, ilgili, alakalı hizmet doğru bir otel seçimi yaptığımızı teyid etti. 

Highland seyahatinin ikinci gününde ünlü Jacobite Steam Train gezimiz vardı, popüler kültürde Harry Potter treni diye biliniyor. Fort William'dan kalkıyor, Mallaig isimli bir balıkçı kasabasına gidiyor, orada 2 saat kalıp, Fort William'a geri dönüyor, tamamiyle turistik, gezi amaçlı bir tren. İsterseniz tek yönlü de gidebiliyorsunuz ki biz bu alternatifi tercih ettik, Mallaig'de inip oradan arabayla devam ettik. 


Tren seyahati boyunca gördüğümüz manzaraların büyüleyici olduğunu belirtmeliyim ama bir daha buharlı tren mi, iki kere düşünmem lazım!!! Bütün camlar kapalı olmasına rağmen üstümüz başımız, her yerimiz is oldu. Ünlü Glennfinnan Viyadüğünden geçmek tabii ki unutulmaz ve heyecan verici bir deneyimdi, o anlamda pişman değilim bu trenle gezdiğimiz için ama bir daha buharlı trene bineceksem, yine en az bu kadar güzel bir manzara olmasını şart koşarım. 


Trenden indiğimiz Mallaig ufacık bir balıkçı kasabası. Trenin son durağı olmasa balıkçılar dışında buraya gelen olur mu, emin değilim. Tabii tren kendi ekonomisini de yaratmış: ufacık kasabada 5-6 tane restoran var ama hepsi aile işletmesi ve çok büyük değil. O yüzden Mallaig'e öğle saatinde gelecekseniz, önceden rezervasyon yaptırmamanız halinde, yemek için açıkta kalmanız olası. Biz bunu okuyup önceden Cornerstone isimli lokantada yer ayırtmıştık ve bu sayede yine birbirinden leziz deniz ürünleriyle keyifli bir yemek yedik. 

Highland seyatimizin bir sonraki istikameti Isle of Skye'dı ama orayı, daha önce detaylı yazdığım için, geçiyorum. Sırada Isle of Skye'daki iki günden sonraki ilk ziyaret noktamız olan Eilean Donan Şatosu var. Burası İskoçya'nın en çok fotoğraflanan kalesi olma özelliğini taşıyor, 3 gölün birleştiği yerdeki konumu bu özelliğin en temel nedeni. Şato bir savaşta yıkıldıktan sonra uzun yıllar o halde kalmış, 1900'lerin başında yeniden inşa edilmiş ama görüntüsü çok daha eski. İçi bence çok da etkileyici değil, uzaktan izlemek daha güzel. Hele bir de gaydacıya rast gelirseniz oradayken, buram buram İskoçya kokan bir deneyim oluyor bu şatoyu ziyaret. 

Bu şatonun ardından bizim güzergahta yine bir şato vardı ama bu zaruri bir ziyaret oldu. Urquhart Şatosu diğerleriyle karşılaştırıldığında epey zayıf, özellikle kalıntılar açısından ama canavarıyla ünlü Loch Ness'te yapacağımız tekne gezisi buradan kalktığı için biz bu şatoyu da gezmiş olduk. 

Highland Bölgesini gezerken Loch Ness tekne gezisi yapmazsanız kafanıza vuruyorlar adeta ama bence o kadar da olmazsa olmaz bir aktivite değil. Tabii doğal bir ortam, yemyeşil her yer, göl güzel ama dünyada kırsal bir bölgede gölde gezerseniz ne görürseniz burada da onlar var, üstüne bir tek ticarileşmiş Ness Gölü Canavarı teması ekleyin yeter. Göl gezisi çepeçevre tüm göl de olabiliyor, bizimki gibi tek yönlü de olabiliyor, ben tek yönlü olanı tavsiye ediyorum. 


Buradan sonraki istikametimiz benim aslında hiç istemediğim ama İskoçya'daki programımızda bize yardımcı olan firmanın çok ısrarcı olduğu Culloden Savaş Meydanı oldu. Bu savaş İskoçya tarihinde çok önemli bir yer tutuyor. İskoçya'nın İngiltere'den bağımsızlığı için attığı en önemli adım ama maalesef bu savaşı kaybetmişler. Açıkçası hiç ilgimi çekmeyen bir konuydu ama oraya gidince anladım ki, Culloden'i görmeden İskoçya'yı anlamak mümkün değilmiş!!

Aslında burası otlarla kaplı dümdüz bir alan, savaşın gerçekleştiği meydan, hiçbir şey yok boydan boya tarlalar dışında ama bu bölgeye girmeden önce bir müze var. İşte o müzede, hiç sıkıcı olmayan bir şekilde o savaşa yol açan şartlar bol görselli bir şekilde anlatılıyor, sonra savaştaki aşamalar tek tek canlandırılıyor ve siz müzeden çıkıp da o boş tarlalara geçince, gözünüzde o savaş anlarını detay detay canlandırabiliyorsunuz. Culloden'i gezince açıkçası içim cızladı, keşke Sakarya Meydan Muharebesi'nin olduğu yerde bizim de böyle bir müzemiz olsaydı diye... Bildiğim kadarıyla sadece bir anıt var orada... 


Bu savaş meydanından sonra, Highland bölgesinde son gecemizi Fort Augustus isimli küçücük bir kasabada geçirdik. Kasabanın öyle anlatılacak bir tarafı yok ama kaldığımız otel bir harikaydı. Inch Hotel adındaki bu otel, tam Agatha Christie romanlarından fırlamış gibi, yemyeşil çayırların ortasında taş bir binaydı. Salonda bir şömine, avlanmış hayvanların kafaları duvarlarda, tik tak duvar saatleri dışında ses yok... Unutulmaz bir akşam geçirdik biz orada. 

Higlands seyahatimizin son güzergahı Pitlochry kasabasıydı. Küçük, sevimli, bakımlı bir kasaba burası, diğer birçok İskoç kasabası gibi. Burayı seçmemizin esas nedeni Edreadour isimli viski damıtım merkezini gezmekti. Malum, İskoçya demek viski demek ve viski kendi başına bir turizm alanı bu ülkede. Sırf ülkedeki viski üretim merkezlerini gezmek için gelenler var, zaten adım başı da bir viski üretim yeri var. 

Edreadour'u tercih etmemizin nedeni, burasının manuel üretime devam eden tek yer olmasıydı. Çok az ve öz üretim yapıyorlar. Öyle ki bir yıllık üretimleri diğer birçok markanın bir günlük üretimine ancak tekabül edebiliyor. Burada viski hakkında bol bol bilgi edindik, değişik viski türleri tadımına katıldık ve üretimi bizzat gözlemledik. 


İşte adım adım bizim Highland bölgesi gezimiz. Oralara gitmeyi düşünürseniz, güzergah belirlemede umarım yardımcı olur sizlere.... 






29 Mayıs 2019

GOZO: AKDENİZ'DE BİR "ADALI OLMA" DENEYİMİ


Bizim yolumuzu Gozo Adası'na düşüren şuursuz ve dikkatsiz planlamamız oldu ama bu sayede hayatımızın en güzel bir haftalık dinlenme tatillerinden birini yaşamış olduk...

Olay şu şekilde gelişti: sıcak bir yaz günü evde bayılmış halde yatarken eşimle birlikte Airbnb'de ev bakıyorduk, öyle kafamıza göre bir şehir seçiyor, oradaki evleri inceliyorduk. Malta'daki evlere bakarken "Old Wine Inn" diye bir ev bulduk. 2 katlı, begonvillerle kaplı, muhteşem bir bahçesi ve küçücük bir havuzu olan 300 yıllık bir taş ev. Baktık günlüğü 150.- TL bile değil, ev de çok güzel, birden o anda, hadi gelecek sene Ağustos ayında yaz tatilimizi burada yapalım dedik ve popüler bir ev olduğu için kaçırmamak adına aynı gün tüm 1 haftalık parayı da ödeyerek evi kiraladık.

Pek memnun bir şekilde hadi şimdi bir de Malta haritasına bakalım, tam olarak neredeymiş evimiz dedik ve haritayı açınca ne görelim!!! Malta'da değil ev, Malta'nın kuzeyindeki Gozo diye bir adada!! Adını bile duymamışız daha önce... Tabii bir şok yaşadık... Sonra amaaan, ne olacak, araba kiralarız, feribot da varmış iki ada arasında gider geliriz dedik... Araba kiralama detaylarına girince yeni bir şok dalgasıyla karşılaştık: direksiyon sağdaymış ve biz daha önce hiç öyle araba kullanmadık... Tabii evin parası verilmiş, iptal imkanı yok, olsun, sağdan akan trafiği de öğreniriz diye avuttuk kendimizi... 1 yıl geçip de bizim tatil zamanı geldiğinde, Euro'nun 7.- TL'lere ulaştığı en yüksek dönemine denk düşünce, açıkçası ayaklarımızı geri gide gide yola çıktık, tabii o an nereden bilelim, en güzel tatillerimizden biri olacağını...

Tabii en başta söylemeliyim ki, bu tatili her zamanki gezilerimizden farklı yaptık. Havanın çok sıcak olacağını tahmin ettiğimiz için, öyle haldır haldır gezeceğiz, her yeri göreceğiz, tüm adımları önceden planlayacağız demedik. Biraz akışa bıraktık kendimizi. Her ne kadar Malta'ya gider geliriz diye en başta düşünmüş olsak da, biz Malta'nın kendisini aşırı kalabalık bulduk, o yüzden sadece 2 gün geçtik ana adaya, hep Gozo'da kaldık ve bu sakin adaya bayıldık. Elimizden geldiğince turistik aktivitelerden uzak durduk ve bir Gozolu gibi yaşamaya çalıştık.



Qala kasabasında kaldığımız ev hakikaten çok güzeldi, o yüzden rutinimiz şu şekilde oldu çoğu zaman: sabahları erken saatte bizim Aygaz arabaları gibi ses çıkartan arabaları takip ediyor, sokaktan geçtiklerinde kapıya çıkıp sıcak ekmeğimizi, kek, poğaça türü hamur işlerini onlardan alıyor ve kahvaltımızı evde yiyorduk. Kahvaltıdan sonra evden çıkıp ya plaja, ya gezilecek bir yerlere gidiyorduk. Her semtin kilisesinin çan kulesini takip edip, kilisenin olduğu meydanı buluyor, orada hafif bir öğle yemeği yiyor, sonra da evimize dönüp bahçede küçük havuzumuzun tadını çıkartıyorduk. Akşamları da yine yemek için belirlediğimiz restoranlardan birine gidiyorduk. Tek planlamayı akşam yemekleri için yaptık çünkü hafta içi de hafta sonu da rezervasyonsuz yer bulmak pek mümkün olmuyordu.

İşte bu bizim pek de alışık olmadığımız düzende geçen tatilden sizlerle paylaşabileceğim tavsiyeler...


Operasyonel detaylar: 

Araba kiralama işi kolay oldu. Ben önceden Internet'ten rezervasyon yaptırmıştım ve çok uluslu bilindik bir firmayı tercih etmiş, bloglardan okuduklarımdan yola çıkarak (aman yollar çok kötü, sürücüler çok dikkatsiz vs gibi), mümkün olan en kapsamlı sigortayı yaptırmıştım. Oraya gidince gördüm ki, daha ucuz olan yerel kiralama markaları çok daha makulmuş ve ne yollar öyle kötüymüş ne de sürücüler dikkatsizmiş... Yani boşu boşuna o kadar sigorta parası ödemiş olduk.

Ters direksiyonu kullanmak hiç zor değilmiş, 15-20 dakika sonra alışıyor insan. Google Map ile de her yere kolayca gidiliyor, zaten küçücük bir mekan, kaybolmak mümkün değil.

Dilerseniz toplu taşıma da kullanabilirsiniz, her yerde otobüs durakları var ama otobüsler saat çizelgesine pek uymuyorlar ve o Allahın sıcağında duraklarda beklemek, bekleyenlerden gördüğüm kadarıyla, bir azap.

Gozo adasına her 45 dakikada bir feribot var, ödeme sadece adadan dönüşte yapılıyor ve gidiş sadece 20 dakika sürüyor. Eğer unuttuğunuz diş fırçası, güneş kremi, su, bisküvi gibi birşeyler varsa, feribotun içindeki küçük markette bunların hepsi satılıyor ama normalden çok daha pahalı. Zaten Malta epey pahalı genel olarak, Gozo Adası nispeten daha makul bir yer.

Ciddi bir sivrisinek sorunu var, her türlü sinek savar araç gereç ve materyalle donanmanızı çok tavsiye ederim, öyle böyle değil zira...


Prizler İngiltere'deki gibi, adaptör getirmeyi unutmayın.

Burası, benim bugüne kadar gezdiğim en dindar yer. Neredeyse her evin bahçesinde, kapısında, duvarında bir İsa, bir Meryem heykeli, hem de akşamları ışıklandırılan cinsten... Kasabalarda ise hayat kilise meydanında dönüyor. Birçok kasabanın devamlı özel günleri oluyor ve akşamları kiliseler rengarenk ışıklandırılıyor. Kaçırılmaması gereken bir görsel şölen. O yüzden gitmeden önce hangi kasabada hangi tarihte ne kutlaması var, mutlaka bakın. Biz önceden bilmiyorduk ama şans eseri son akşamımızda Xaghra Kasabası'nda böyle bir kutlamaya denk geldik, o kadar keyifliydi ki!!


Bu arada, eğer hızlı bir gece hayatı arıyorsanız, Gozo size göre değil. Yukarıda bahsettiğim özel günler dışında, akşamları çıt çıkmıyor kasabalarda. Cumartesi akşamlarının en büyük eğlencesi ise, kilise bahçesinde oynanan tombala!!!



Adada neredeyse her dükkan, hatta banka şubeleri bile çoğu zaman kapalı. Nadur'un çıkışındaki bir süpermarket hariç 9:00-18:00 kesintisiz açık bir yer bulmak çok zor. Bazı öğlenler restoranlar bile kapalı... Ada insanının biyolojik saati turizm falan dinlemiyor belli ki...







Plajlar:

Biz öyle kalabalık plajları pek sevmeyiz o yüzden de Gozo'da çok sık denize girmedik. Kaldığımız evde plaja götürmek için hasırlar ve şemsiyeler vermişlerdi (plajlarda bunlar yok, ya siz yanınızda getireceksiniz ya da saatlik bunları kiralayan kiosklardan kiralama yapacaksınız), bazı günler arabanın arkasına bunları atıp, birkaç plaj gezdik ama çok kalabalıktı her yer, o yüzden plajları pek tercih etmedik.

Ama yine de gittiğimiz az sayıdaki plajı anlatayım. Favorimiz evimizin de yakınında olan Dahlet Qorrot oldu zira yolu biraz daha sapa olduğundan olsa gerek, nispeten en sakin olan plaj burasıydı. Denizi harikaydı, kumsal bölümü çok dardı , 12'ye doğru su, dondurma, hamburger gibi şeyler satan arabalar hizmet vermeye başlıyordu. Internet'ten okuduğumuzda aman park yeri yok, erken gidin diye uyarılar okuduk ama hafta içi hiç öyle bir sorun olmadı, hafta sonu da birkaç yüz metre uzakta park yerini rahatlıkla bulabildik, abartılacak bir durum yok.

Dwejra Inland Sea, özellikle rüzgarlı günlerde tercih edebileceğiniz bir plaj. Kayaların arasında kalmış gölet gibi bir yer. Özellikle dalışçılar burayı tercih ediyorlar. Sağda solda kafeler, biraz ileride de bir restoran var. Ama bu restoranda öğle yemeği için bile önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Biz burayı aşırı kalabalık bulduk.

Turistlerin en çok tercih ettiği plaj ise Ramla Bay: çoğu plaj hep kayalık olduğu için, bu plajın uzun kumsalı onu çok popüler kılıyor. Diğer plajlara nazaran, burası çok daha organize, altyapısı çok daha profesyonel, plaj imkanları (şezlong, şemsiye vs) ve yeme içme opsiyonları çok daha zengin. İşte burada otopark problemi var, hafta içi hafta sonu dinlemeden akın akın insan geliyor bu plaja.

Görülecek yerler: 

Benim favorim Zebbug'daki Xwejni Salt Pans oldu. Eskiden yerel halkın deniz tuzu topladığı bu doğal oluşum beni çok etkiledi. Yılın ortalama 300 günü güneşlidir denen Malta'da, burayı gezerken korkunç bir sağanak yakaladı bizi. Biraz da o sağanağın yarattığı renklerden olsa gerek, bayıldık buraya, seyretmeye doyamadık bu doğal güzelliği. Normalde tuz satan kişiler de oluyormuş burada ama tam vardığımızda fena bir yağmur bastırdığı için, biz onları göremedik maalesef.





Game of Thrones'un ilk sezonunda Daenerys Targaryen ile Khal Drogo'nun düğününün çekildiği mekan olmasıyla ünlü Dwejra Bay de ada ziyaretçilerinin sıklıkla ziyaret ettiği bir mekan. İki yıl öncesine kadar burada bir de ünlü "Azure Window" varmış, bir kaya oluşumu ama güçlü bir fırtınada yıkılmış, o yüzden "Azure Window" falan kalmamış. Ben açıkçası çok anlamlandıramadım burayı: çok rüzgar esen kayalık bir yer. İyot kokusu, o sıcakta rüzgarın serinliği ve bir de yakınlardaki sade bir şapel hoşuma gitti ama illa da görülecek bir yer gibi gelmedi bana. 

Adanın her yeri adım başı kilise ama bunların içinde Gharb kasabasındaki Ta' Pinu benim en çok beğendiğim oldu. Oldukça yeni bir kilise burası (1922-1932 yılları arasında yapılmış) ama hastaları iyileştirmede mucizevi özelliği olduğuna inanılıyor (içerisi adaklarla dolu, bir yerde bir gözlük, öteki tarafta bir protez bacak falan, çok garip), 1990'da Papa 2. Jean Paul'ün de burayı ziyaret etmiş olması kiliseyi daha da ünlü kılmış. Ben mimari açıdan beğendim açıkçası, geniş, ferah bir kilise. İlla kilise gezecekseniz, önceliği Ta' Pinu'ya verebilirsiniz.

Zebbug Kasabası'nda tepede büyük bir İsa Heykeli var, adı Tas Salvatur. Oraya da gidenler var, özellikle manzara diye ama Gozo manzarası dediğiniz kurak toprak ve mavi denizden oluşuyor. O yüzden biz oraya kadar çıkmadık, uzaktan fotoğraflamakla yetindik.

Xaghra kasabasındaki Ggantija Temples eğer arkeoloji ilgi alanınıza giriyorsa, hoşunuza gidebilir. UNESCO Kültür Mirası listesindeki bu MÖ 3600'lerden kalma yani ünlü Stonehenge'den de eski tapınak, tabii bizim topraklarımızdaki Göbeklitepe ile karşılaştırılınca çok zayıf kalıyor ama bilgilendirme binasındaki açıklamaları inceleyip gezildiğinde insanı epey etkiliyor.



Aynı kasabada bir de Ta' Kola isimli bir yel değirmeni var, Ggantija Temples için aldığınız bilet burada da geçiyor. Biz o nedenle girip gezdik burayı ama çok anlamsız, bildiğiniz un öğütülen değirmen işte, zaman harcamaya değmez.

Gozo Adası'nın merkezi niteliğinde Victoria'da, Malta adasının ünlü M'dina'sını aratmayan dar sokaklar var. O sokaklarda dolaşmanızı çok tavsiye ederim. Her bir kapı, her bir pencere ayrı süslü, günlük hayat o yüzyıllık sokaklarda aynen devam ediyor, bu çok etkileyici.

Victoria'da kalenin içinde bir doğa, bir de arkeoloji müzesi var ama o kadar zayıflar ki gezmeye bile değmez, hele de sıcak bir günde oradaysanız. Biz gezdik gezmesine de uçar adımlarla adeta, hem çok sıcaktı, hem de sergiler hiç ilginç değildi. Victoria'da bir de şehrin dini tarihini anlatan Il Hagar Müzesi var, girişi ücretsiz. Hristiyanlık tarihi ilginizi çekiyorsa, güzel bir müze olarak tavsiye edebilirim.

Restoranlar

Malta'nın yeme içme kültürü bizim damak tadımızla çok örtüştü. Midye ve kabuklu deniz ürünleri yemekten nasıl oldu da rahatsızlanmadık bilemiyorum ama o kadar güzel yapıyorlar ki bu ürünlerden yemekleri, başka yerde kolay kolay bulamayız diye saldırdık adeta bu yemeklere.

Favori restoranımız Victoria'nın dar sokaklarında çok sıcak bir Pazar günü rastladığımız Il Panzier oldu. Sicilyalı bir ailenin işlettiği bu restoran bir avludan oluşuyor, üst katta aile yaşıyor, aşağıdaki mutfakta da anne yemekleri hazırlıyor, baba ve 10 yaşlarındaki oğlu servis yapıyor. İlk bakışta turistik bir yer gibi geliyor insana ama yemekler de servis de çok özenli. Baba önce gelip nereli olduğunuzu soruyor, dediğine göre, damak zevkinize uygun bir seçim yapmanıza yardımcı olmak içinmiş bu soru. Sonra nasıl bir yemek istediğinizi soruyor ve ardından da kendi önerilerini sunuyor. Tüm seyahatimiz boyunca yediğimiz en lezzetli yemek buradaydı. Hafif limon rendesiyle servis edilen kalamar, mozarella peynirleriyle bezenmiş midye yemeği, soğuk makarna, hepsi enfesti. Ama burası, yemeğe en çok para verdiğimiz restoran oldu aynı zamanda, onu da belirtmeden geçmeyeyim.

Feribot yolunda ada içlerine doğru giden ana yolda sağda yer alan ve dış görünüşü çok sıradan olan Ta' Philipp de sürprizler içeren bir restoran. O sıradan görünüşüne aldanmayın, harika yemekleri var, özellikle ıstakozlu spagettisi çok lezizdi.

Bina çirkinliğini benzettiğim için, Gozo'nun "Marmaris"i diye tanımladığım Marsalforn kasabasında tam sahildeki "Il Gambero" bir İtalyan restoranı ve güzel bir manzara eşliğinde yemek yemek için tavsiye edebileceğim bir mekan.

Gozo'nun en gözde mekanı Mgarr kasabasında, tepeden adanın limanına bakan, çok güzel bir manzaraya sahip "Country Terrace Restaurant"da yemek yiyebilmek için 3 gece öncesinden rezervasyon yaptırmamız gerekti. Dolayısıyla beklentimiz çok yüksekti. Evet, manzara hakikaten nefes kesiciydi ama yemekler süslü püslü ama lezzetsiz, servis de çok yavaş ve ilgisizdi, manzara dışında pek tavsiye etmem.

Yine Mgarr'da marinanın içindeki Porto Vechhio ise hem romantik ortamı hem de çok lezzetli yemekleriyle favorilerimizden biri oldu. Ama burası için de özellikle akşam yemeği için önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor.

Bizim kaldığımız Qala kasabasında ise favorilerimiz Ta' Vestru ve D Café oldu, her ikisi de küçücük olduğu için, buralarda da akşam yemeği için rezervasyon şart.

Xaghra'daki Oleander sofistike bir akşam yemeği istiyorsanız, en doğru adres olacaktır. Seçenekleri sınırlı bir menüsü var ama yemekler enteresan, yalnız biraz pahalı.

Plajıyla ünlü Xlendi kasabasındaki Ta' Karolina bizim çok merak ettiğimiz bir restorandı. Hemen denizin kıyısındaki masalarını gösteren fotoğraflara bayılmıştık o yüzden daha İstanbul'dayken buradan rezervasyon yaptırmıştık. Maalesef tam bir hayal kırıklığı oldu bizim için. O fotoğraflar böyle dünyadan uzak, denizle başbaşa, sakin, romantik bir ortam vaat ediyordu, gerçek ise, kalabalık, şehrin ortasında, gürültülü ve özensiz bir ortamdı. Bizim düştüğümüz tuzağa siz düşmeyin derim.

Xewkija isimli küçük ve çok sakin kasabada Giovanni's Restaurant'da yediğimiz öğle yemeği ise seyahatimizin en güzel sürprizlerinden biriydi. Bu kadar in cin top oynayan bir kasabada, epey de aç olduğumuz bir öğlen, bu kadar güzel bir restorana denk gelmek bizim için büyük şanstı.