Tevekkeli değil
bu yörede deniz diyorlar Van Gölü’ne… Uçsuz bucaksız bir mavilik, duru, yalnız,
sakin ama hemen hırçınlaşmaya hazır… Çevresinde sıra sıra dağlar, tepeler, öyle
ufku kapatacak kadar ulu değil ama ıssızlığıyla, güneşe perde bulutların
gölgeleriyle bir başka heybetli… İnsanın tenine dokunan bir hüzün, en kızgın
güneşin altında bile içini ürperten bir serinlik etrafta….
Ve işte bu
deniz-gölün ortasında adalar… En ünlüsü Akdamar… isminden cismine sürekli bir
tartışma konusu olan, ama o yapay gündemleri bir kenara bırakınca, sadece, maviyle
mevsim renklerinin raks ettiği bir cennet…..
Sonra belli saatlerde kalkan
Akdamar teknelerinden birine atlayalım… Suyu beyaz köpüklerle yara yara
ilerlerken, ciğerlerimiz temiz havayla dolsun, başımız dönsün mavinin
keskinliğinden, teknenin rüzgarıyla dalganan Türk bayrağına baktıkça, memleket
aşkı dolsun içimize, gözümüzde yaşlar biriksin… Ve yavaş yavaş Akdamar Adası belirsin
önümüzde… önce uzaktan bir kaya yığını, üzerinde otlar, çalılar, yaklaştıkça,
tarih tarih kokan….
Sonra güzelliği dillere destan Tamar’ı düşünelim, efsaneye
göre adaya adını veren o ünlü Tamar’ı…. Onun aşkı uğruna geceleri yüzerek adaya
gelen, bir gece kızın babası yol gösteren fenerle oynayınca, yolunu kaybeden ve
çok yüzmekten yorulup boğulan, ama boğulmadan önce son sözleri “Ah Tamar” olan
çobanı analım…. Üzülelim çobana, ama bir o kadar da adanın adı Akdamar mı
Ahtamar mı diye yapılan tartışmalara… Ne diye olduğu bilinmez yazık
kapışmalara, üzülelim çok, dertlenelim….
Yaklaştıkça adaya
daha da, tam 1096 yıldır o topraklarda yükselen ünlü kilise tüm azametiyle
önümüzde belirsin… tekneden inmek için can atalım, hemen yanına gitmek, o kadim
tarihi solumak için acele edelim…. Merdivenleri çıkalım ikişer üçer atlayarak….
Keşiş Manuel’in imzasını taşıyan, dönemin en ünlü sanatçı ve ustalarının
emekleriyle şekillenmiş toprak rengi kilise ve manastırın dış duvarlarında, Davut
Peygamber ile Golyat’ın mücadelesini, Yunus Peygamber’in denize atılmasını,
Adem ile Havva’yı, geyikleri, kuşları, balıkları, asma sarmaşıklarını, üzün
salkımlarını resmeden rölyefleri hayran hayran seyredelim….
İçimiz titresin
onlara baktıkça, hayal edelim o günleri, o günlerdeki yaşamı, insanları, o aynı
toprakları, aynı geçmişi paylaştıklarımızı…
Eğer elimizden
gelirse o güzelliklerin önünden ayrılmak, biraz tepelere çıkalım, çok
kimselerin gitmediği tepelere…
Kiliseyi şöyle çiçekli ağaçların dalları
arasından seyredelim, sağda ve solda maviyi delen motorlar gidip gelsin, tek
onlar bölsün zamanın durmuşluğunu… Ve biz orada, 915’te ilk tuğlaların konuşunu
hayal edelim, 921’de kilisenin bitişindeki kutlamaları, 1113’te manastırın
kuruluşunu, 1895’e kadarki Ermeni Patrikliği zamanındaki törenleri, 1918’de
adanın terkedilişini, yalnızlığını, yavaş yavaş çöküşünü, sonra 2005’te yeniden
dünyaya gelişini, 2007’den itibaren İran’dan Amerika’ya dünyanın dört bir
yanından gelenlere kadim çehresini gururla sunuşunu…. Birden hatırlayalım
kendimizi, ortak tarihe sahip çıkmanın sorumluluğunu hissedelim omuzlarımızda, silkelenelim….
Dönüş saatini
kaçırmama telaşı sarsın bizi biraz… ama yine de çay bahçelerinde durup bir Türk
kahvesi söyleyelim şöyle köpüklüsünden, onu içelim… sonra teknemiz gelsin, binelim…
kafamızda binbir düşünce, dönelim evimize… ama artık aynı biz olmadan,
Akdamar’dan bize kalanlarla heybemizde…..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder