8 Mayıs 2014

PRİENE & DİDİM APOLLON TAPINAĞI


Ege'de antik dönemin izini sürenler, genelde Efes, Selçuk gibi bilindik destinasyonları, kalabalık turist grupları arasında harala gürele ile gezmeye, görmeye, tanımaya çalışırlar. Tabii ki bu ören yerlerinin değeri ve önemi yadsınamayacak kadar büyük ama bölgenin topraklarında, antik dönem meraklısı gezginleri büyüleyecek o kadar çok buluntu var ki...

İşte, Antik Yunan kenti Priene, az bilinen, az tanınan, yaklaşık 100 kilometre uzağındaki Efes'in gölgesinde kalmış bir ören yeri olarak bu buluntulardan biri... Halbuki, kalıntılarının diğer antik kentlere göre çok daha iyi korunmuş olması, kazı şeklinin ziyaretçilerin gezmesini kolaylaştırıcı nitelikte olması, küçüklüğü ve sükuneti ile, topraklarımızdaki en etkileyici ve en çekici antik kentlerden biri... 



Gezginlerin kamusal yapıları, sokakları ve konutları arasında gezerken İskender döneminde yaşadıklarını hissettirtecek kadar samimi bir mekan...

İlk kurulduğunda bir liman şehri olan Priene, bugün Söke Ovası'nın bereketli topraklarına bakıyor tepeden. 




İlk Priene'den günümüze kalmış hiçbir buluntu yok. Bugün gezdiğimiz, gördüğümüz Priene, M.Ö. 334 yılında Büyük İskender tarafından kurulan ikinci kent. Antik çağın Yedi Bilgesi'nden biri olan Bias'ın yetiştiği ve yaşadığı şehir olarak ünlenmiş olan Priene'ye hayli uzun taş merdivenlerden tırmanarak ulaşılıyor. 




Tapınağı, tiyatrosu, çarşı yolu ve kamusal binaları kadar, etrafını çevreleyen doğa, taşlardan fırlayan gelincikler, güneşlenen kertenkeleler ve sonsuz bir sessizlikle insanı mest eden bir mekan burası.









Küçük olduğu için, gezmesi de kısa süren Priene, eski adı Turunçlar olan bugünse Güllübahçe Köyü'nün ayaklarının dibinde. Yüksek merdivenleri çıkmak, inmek insanı yorduğu için, gezi sonrası bu yeşiller ve güller içindeki köyün meydandaki büyük çınar ağacının gölgesindeki köy kahvesinde oturup çay, kahve ya da önünüzde sıkılan nar-portakal suyu içerek şöyle bir soluklanmak da adeta Priene gezisinin olmazsa olmazı. 



Ege bölgesinde antik dönem meraklıları için bir başka heyecan verici yapı ise Didim'deki Apollon Tapınağı. Anıtsal boyutları, benzersiz planı ve çok iyi korunmuş olması sayesinde, gezginleri büyüleyen bu tapınak, hiçbir zaman bir kent niteliği taşımamış. 1858'e kadar tapınakta yıkılmadan kalmış olan heykeller, İngiliz arkeolog Sir Charles Newton tarafından Britih Museum'a taşınmış. Ama heykellerinden yoksun hali bile, tapınağın etkileyiciliğini azaltamamış. 


         

Helenistik döneme tarihlenen tapınak, Büyük İskender ile birlikte tam anlamıyla canlanarak bir kehanet merkezi ve kutsal pınar olarak konumlandı. M.Ö. 300 yılından itibaren de en şaşaalı dönemi başladı. İçinde kahinlerin yaşadığı bu tapınak, aynı zamanda sınırları içindekilere dokunulmazlık da tanıyordu. Halk, gelecek ile ilgili soruları için tapınağın kapılarını aşındırıyordu. 




O günleri gözünüzde canlandırmanıza imkan tanıyacak kadar heybetini koruyan tapınağın sonu ise, bölgede Hristiyanlığın yayılmasıyla geldi ve tapınak için kendi inanışları açısından en aşağılayıcı darbe tapınağın en kutsal yerine, günümüze ulaşmayan, bir kilise yapılması oldu.





Bu ilginç ve gizemli geçmişi, tapınağın günümüze kalmış taşları ve sütunları arasında gezerken halen hissetmek mümkün. Tapınağın girişindeki küçük ama zengin müze dükkanında satılan kapsamlı kaynaklar da, merak ettikleri detaylar hakkında bilgi edinmek isteyenler için güzel bir fırsat...

İyonya olarak adlandırılan bu bölgede, daha adım adım gezilecek, görülecek, keşfedilecek o kadar çok zenginlik var ki...  


      

1 Mayıs 2014

AĞVA & ŞİLE: KARADENİZ KIYISINDA, DOĞANIN PEŞİNDE...



İlkbaharın ilk belirtileriyle birlikte kendini doğaya atmaya hazırlanan çoğu İstanbullu için en popüler istikametlerin başında, hem şehirden adam akıllı uzaklaşmışlık hissi verdiği, hem de günübirlik mesafede olduğu için Karadeniz kıyıları geliyor. Ağva ve Şile ise bu kıyılarda turizmin en canlı olduğu yerleşim bölgelerini oluşturuyor. Ama şimdiden söyleyelim: eğer benim gibi, beklentileriniz yeşilin tondan tona girerek Karadeniz'in hırçın maviliğiyle buluştuğu bir doğa üzerineyse, hayal kırıklığına hazır olun... çünkü insanoğlunun betondan pençesi, şehrin içindeki kadar olmasa da, çoktan buraları da ele geçirmiş bile...

Gezimize Ağva'dan başlayacağız ama buraya giden orman yolunu tercih ediyoruz. Hem biraz daha doğanın içinde olmak, hem de "torluk"ları görmek amacımız. Torluk, odun kömürünün eski yöntemlerle yapıldığı açık hava ocağına verilen ad. 20 kiloluk odun kömürünün 1000 kiloluk odundan 76 ila 107 saat arası süren bir yakma işleminden elde edildiğini burada öğreniyoruz.



Bu kısa "öğrenme" molasından sonra, kimileri doğayla nispeten barışık, kimileri üzerine kurulduğu arazide tek bir yeşil bırakmamış müstakil evlerin arasından geçerek, Ağva'ya vardığımızda hırçın Karadeniz ve şiddetli bir rüzgar bizi karşılıyor. Göksu ve Yeşilçay derelerinin denizle buluştuğu yerde keskin iyot kokusunu içimize çekerek, manzarayı seyre dalıyoruz. 



Ağva'nın tarihi her ne kadar M.Ö 7. yüzyıla kadar geri uzansa da, civar köylerdeki birkaç kalıntı ve mezar dışında günümüze kalan kayda değer bir buluntu maalesef yok. Bu nedenle bu beldenin turizmi deniz ve doğa ile sınırlı kalmış. Doğadan geriye kalanları söylemeye gerek bile yok, deniz turizmi ise sadece Karadeniz'in kısa yaz mevsimi boyunca faal. 


Bu nedenle etraf, ilkbaharda olmamıza rağmen, halen kışın terkedilmişliği ve bakımsızlığı ile moral bozucu bir görüntü altındaki kapalı plajlar, kafeler, restoranlar, hatta otellerle dolu...


Öğle yemeği için Göksu deresi kıyısındaki onlarca tesisten biri olan Gizlibahçe Restaurant'ı seçiyoruz. Güzel bahçesi ve sevimli dekorasyonuyla muhtemelen daha ılık ve güneşli bir havada insana çok dingin bir deneyim yaşatacak bu mekanda, sayıca büyük ekibimize gayet hızlı bir servis yapılıyor. Menümüz tabii ki rakı, balık, salata. Özellikle üzüm tatlısının çok ilginç ve bir o kadar de leziz olduğunu belirtmeliyim.



Yemek sonrası ise, Göksu deresinde bir tekne gezisi yapıyoruz. Ağva'nın en turistik aktivitesi de bu zaten. Derenin bir yakasında yol olmaması nedeniyle, o yakadaki tesislere ulaşımın, dere üzerine kurulu halat tesisatıyla yapılması da bir başka ilginç boyut. 

Esasen ilkbaharın ilk demlerinin yaşandığı bu günlerde, yeşilin kahverengiyle karışan tonları mükemmel bir manzara yaratıyor. Ama bu manzarayı yakalamak bile çok zor: zira derenin iki yakasında sıralanmış olan butik otellerin ve restoranların bir kısmı estetik olarak çok güzel ve doğayla uyumluysa da, büyük bir çoğunluğu gerçekten görsel kirlilik yaratıyor. Tekne gezisi esnasında çok farklı kuş türlerini görmek de halen mümkün. 


Gezimize Şile'de devam etmek için yola çıktığımızda bir ara durak yapıyor ve Akçakese Köyü'ne uğruyoruz. 

1401'de Bizanslılardan alınan ve Türkmen aşiretlerinin yerleştirilmesiyle Türkleştirilen bu köy adını 1327'de Kocaeli yarımadasını ele geçiren Osmanlı kumandanı Akçakoca Bey'den alıyor. Ancak bu köyde özel olarak durmamızın temel sebebi, 600 yıllık tarihinden ziyade mimarisi... 





Yörenin geleneksel ev mimarisinin halen ayakta olan etkileyici örneklerini barındıran köy bu geleneksel mimarinin korunması amacıyla restorasyon programı kapsamına alınmış. Ama yaklaşık iki yıldır ödenek olmadığından proje beklemede... Ümit, ödenek çıkana kadar evlerin yıkılmadan ayakta kalabilmesi...




Gezimizin son durağı ise Şile. Cilalı taş devrinden bu yana insanoğlunun ikamet ettiği bu çok eski yerleşim bölgesi aynı zamanda Cumhuriyet döneminin de ilk oluşturulan belediyelerinden biri olma özelliğini taşıyor. 

Şile'de ilk olarak Ağlayan Kaya diye anılan yerde duruyoruz. Taşları arasından çıkan su kaynağının akış biçimi göz yaşına benzediği için böyle anılan bu doğal oluşumla ilgili, birbirine kavuşamamış aşıkların denize atladığı yer olması gibi rivayetler de yok değil. Üzerindeki kırmızı değirmenle ve etrafındaki gökyüzü ve deniz sarmalıyla çok fotojenik bir sahne teşkil eden Ağlayan Kaya'nın önünde bol fotoğraf çekip, Şile'nin sembolü olan 141 yıllık tarihi Şile Feneri'ne gidiyoruz.


Osmanlı İmparatorluğu'nun Fransız Fenerler İdaresi'ne yaptırttığı bu fener, içindeki cihaz itibariyle Türkiye'nin en büyük feneri olma özelliğini de taşıyor. 19 metre yükseklikteki fener bugün halen Karadeniz'in azgın dalgalarıyla boğuşan gemicilere kılavuzluk yapmaya devam ediyor.













Şile'deki tarihi kalıntılardan biri olan Bizans gözetleme kulesi ise betonarme bazlı bir restorasyon anlayışının kurbanı olarak kayanın üzerinde yükseliyor.


Gezimizi, Şile'de tek tük kalmış eski evlerin önünden geçerek ve tabii ki ünlü Şile bezinden yapılmış sevimli kıyafetler satan dükkanlarda gezerek tamamlıyoruz. İçimden geçen ise, keşke buraları şöyle 20-30 yıl önce görseymişim, halen etkileyiciliğini sürdüren bu hırçın doğanın el değmemişliğini yaşasaymışım....