13 Nisan 2018

BURDUR: SAGALASSOS'LA CAN BULAN ŞEHİR


Bu yazıyı yazmadan önce bir kez daha bakayım dedim haksızlık etmemek adına, Burdur nesiyle meşhur diye... Birkaç yemek adı dışında başka bir sonuç çıkmadı... O nedenle bir kez daha vurguluyorum: Burdur gerçekten de Sagalassos ile can bulmuş bir şehrimiz...

Burdur'u bugün özellikle yerli turistlerin çekim merkezi yapan Sagalassos hakikaten mutlaka görülmesi gereken bir antik kent. "Doruklardaki Kutlu Kentcik" anlamına gelen adıyla, Torosların bugün Ağlasun ilçesi sınırları içinde kalan Sagalassos, 1200 ila 1400 metre irtifada, MÖ 6500'lı yıllardan başlayarak insanoğluna ev sahipliği etmiş ve MS 6. yüzyılda, önce bir deprem sonucu kaynaklarının kurumasıyla ve ardından gelen veba salgınıyla tarih sahnesinden çekilmiş. 1706'ya kadar da adı bir daha anılmamış. Buluntuları 1706'da bir Fransız tarafından keşfedilmiş olsa da, buradaki kazı çalışmaları ancak 1990'da başlamış...

Bugün Sagalassos dik yamaçlarda, yavaş yavaş yükselen kalıntılarıyla etkileyici bir antik kent. Kaya mezarlarından, ünlü Antoninler Çeşmesi'ne, kütüphanesine kadar şu an çok azı gün yüzüne çıkmış olsa bile, solukları kesen bir tarihi mekan. Yine de, Türkiye'deki en etkileyici antik kent mi diye sorarsanız, bence değil. Afrodisias her zaman açık ara tercihimdir ama bunun nedeni, Afrodisias'a emin ellerin sahip çıkması mıdır, işte onu ayırdedemiyorum.


Çünkü Sagalassos, en azından biz gittiğimizde, yani Temmuz 2017'de, sadece Balçikalı ekipler yönetimindeki kazı yetkililerin sahip çıktığı bir antik kentti. Girişine yapılmış devasa binada tuvaletler dışında hiçbir şey yoktu. Ne Sagalassos'u anlatan bir kitap, ne bir broşür, ne bir hediyelik eşya, bıraktım onları bir şişe içecek su ya da tuvaletlerde tuvalet kağıdı... hiçbirşey... akın akın turist geliyordu ve tek bir turistik altyapı yoktu... Umarım bu sene bu değişmiş olur... Bir de yeri gelmişken bir not, sizi korkutabilirler, yolu çok uçurum, çok tehlikeli virajlarla dolu diye... Hiç dinlemeyin böyle şeyler duyarsanız: biz koskoca otobüsle yolculuk ediyorduk, ne öyle zorlu viraj gördük, ne de uçuruma düşme tehlikesi yaşadık...

Tabii Sagalassos'un en etkileyici uzantısı Burdur şehrinin içinde. Bu antik kentteki buluntuların, heykellerin orijinalleri Burdur'daki Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor. Sagalassos'da görülen heykeller hep replika, doğa koşullarından zarar görmemeleri için, orijinalleri müzeye taşınmış.

Küçücük ama ülkemizdeki en iyi arkeoloji müzelerinden birisi burası. Müze Kart ile giriş yapılabilen müzenin üç tane temel sorunu var: birincisi çok kalabalık, ikincisi ışıklandırma sistemi fotoselli yani hareketle işleyen türden (hani şu tuvaletlerdeki gibi) ve müzenin kalabalıklığını düşününce hiç işlevsel değil, devamlı bir ışıkların kapanma-açılma sorunu yaşanıyor... ve sonuncusu burada da Sagalassos'la ya da müzeyle ilgili tek bir kitap ya da broşür yok!!! özellikle bu sonuncusunu anlamak mümkün değil...

Eğer itiş-kakış sizi rahatsız etmiyorsa, bu muhteşem müzede en az 2-3 saat geçirmenizi öneririm. Ne heykeller, ne lahitler, ne rölyefler!!!



Ve tabii bir de yemek konusu: Burdur'da ne yenir? Nerede yenir? Şehrin Toros Lokantası pek ünlüymüş, biz de oraya gittik. Burdur Kebabı ünlü dediler, onu yedik, ama bize Urfa Kebaptan pek de farklı gelmedi... Bir de ekmek kadayıfı tavsiye ettiler, o da bildiklerimizden pek farklı değildi ama memnuniyetle mideye indirdik onu da...

İşte eni konu Burdur bu... Salda Gölü'ne ve İnsuyu Mağarası'na gitmedik, onlarsız belki eksik kalıyordur yazdıklarım ama yine de Burdur, en azından seyahat severler için, gezginler için Sagalassos'la tanımlanan bir şehir.. Ama Sagalassos'a olması gereken önemi ve özeni gösteriyor mu yetkilileri? İşte ondan hiç emin değilim... Umarım benim yaşadıklarım 2017'de kalmıştır ve 2018'de Sagalassos ve Burdur'a çok daha bilinçli bir turizm odaklı yaklaşım hakim olur...






4 Nisan 2018

ISLE OF SKYE: YEŞİL İNZİVA


Hani böyle kafa dinlemek için Tibet'e falan gidenler var ya, boşuna uzaklara gidiyorlar. Tamam, İskoçya da pek yakın değil ama nispeten daha az uzak ve inziva için, meditasyon için o kadar yol yapmaya inanın hiç gerek yok: İskoçya'nın kuzeybatısındaki Isle of Skye, yemyeşil bir sükunet cenneti ve kendinizi dinlemek için ideal bir yer!!!


Adı üzerinde Isle of Skye bir ada. Bugün köprüyle karadan ya da feribotla denizden ulaşmak mümkün. Yaz mevsiminde turistlerin gözde mekanı... Hatta yerli halk turistlerden o kadar sıkılmış ki, turist sayısının kısıtlanmasını bile talep etmekteler şu an... Ama biz Türkler için, çok dedikleri turist, "bu sene turizm hiç iyi gitmiyor" dediğimiz sezonlardaki sayılarda. En azından geniş adada dolaşırken hiç karşılaşmadığınız için rahatsız edici bir kalabalık var demek imkansız.


Adanın ana kasabası Portree dahil, adada 3G yok, hatta çoğu yerde mobil hat bile bulamıyorsunuz, o kadar uzak teknolojinin kaosundan.... Açıkçası ilk 3G yokluğunu farkettiğimde paniklemiş, hele telefonun da çekmediğini görünce, saplantılı bir şekilde 3 dakikada bir telefonu kontrol eder olmuştum... Yarım gün sonra, telefona sadece saatte bir kere bakar oldum... Ertesi gün ise, "Internet mi? Mobil telefon mu? O da ne" ruh haline bürünmüştüm bile... Rahatlamış, manzaraların ve sessizliğin tadını çıkartmaya başlamıştım... Ve itiraf ediyorum, o kadar iyi gelmişti ki....

Bu adada, yollar da tek şerit... Geliş-gidiş 2 şerit değil, "tek" şerit: gelenler de gidenler de aynı şeridi kullanıyor... Ve kimse kavga etmiyor, kimse yol kavgasında bıçaklanmıyor, vurulmuyor... Çünkü uzaktan bir aracın geldiğini gördüğünüzde, isterse bulunduğunuz yere gelmesi 2-3 dakika sürecek olsun, en yakın yol cebine giriyor ve öteki aracın geçmesini bekliyorsunuz... Neredeyse her 500 metrede bir tabii bir yol cebi var... Sonra beklediğiniz araç yaklaşıyor, sürücü size teşekkür ediyor ama tabii korna ile falan değil, direksiyondaki sağ elini kaldırıyor, siz de ona kaldırıp teşekkürünü alıyorsunuz ve yola devam ediyorsunuz....

Bir de yollarda posta kutusu gibi kutular görüyorsunuz, üzerinde "free range eggs" yazıyor... Türkçe meali "serbest gezen tavuk yumurtası"... Oralarda oturanlar, fazla yumurtaları varsa, gelip bu kutulara koyuyor. Hava da en en en fazla 16-17 derece olduğu için, sıcaktan yumurtanın bozulma olasılığı yok. Siz de taze yumurta istiyorsanız, durup, o kutudan alıyorsunuz, içine gönlünüzden ne koparsa o kadar para koyuyorsunuz... Parayı çalan olur mu, parayı az koyan olur mu, bozuk yumurta koymuş olabilir mi? Hiç paranoyaya gerek yok, burada herşey karşılıklı güven esasına dayalı gayet güzel işliyor...

İşte, koyun ve inek sayısı yaşayan halk sayısının yaklaşık 10 katı olduğu bu adada, hayat böyle dingin, böyle huzurlu akıp gidiyor... Bir büyük market (veya alışveriş merkezi!!!) bulunmayan adada, Michelin yıldızlı bir restoran var ama... The Three Chimneys isimli bu restoran gerçekten kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde olsa da, bizim gibi 1 ay öncesinden bile arasanız yer bulamadığınız popülerlikte...

Aslında restoranlarda yer bulamama durumu sadece bu ünlü restorana özgü değil, tüm adada aynı sorun var... Bunun temel nedeni, talep çokluğundan ziyade, arz düşüklüğü: her restoran ancak 5-6 masalı ve öyle hızlandırılmış bir servis yok, herkesin tadını çıkarttığı, uzun bir deneyim sunmaya çalışıyor tüm restoranlar...

Şimdi gelelim, bu diyarları gezmek isteyenler için operasyonel tavsiyelere....

Isle of Skye için bence en az 3 gün ayırın. Biz 2 gün ayırdık ve haldır haldır gezmek koşuluyla ancak heryeri görebilirdik. Adanın o dinginliğini yaşayabilmek adına, birçok destinasyondan vazgeçtik. Bence 3 gün de yetmez ya, neyse... Zamanınız varsa, 4'e bile çıkabilirsiniz.

Gideceğiniz tarihlerin Pazar gününe rastlamamasına dikkat edin. Eğer illa Pazar gününe denk gelecekse de, o zaman o gün için sadece doğal alanları programa alın çünkü bu ada gayet koyu Katolik. Sabahları ayine gidiyorlar, günün kalanında da geri gelmiyorlar. Turist sezonu, para kazanacağız gibi saikleri yok, restoran, kafe, müze, hepsi kapalı...


Konaklamayı muhtemelen Portree'de yapacaksınızdır. Aman kasabanın merkezindeki Portree Otel'den uzak durun: kapana kısılmış gibi hissettirten odaları ve suratsız hizmetiyle tam bir fiyasko... Bütçeniz elveriyorsa, epey pahalı olan Cuillin Hills Hotel'de kalın... Ne manzara anlatamam... ne hizmet, ne ortam... düş gibi birşey orada kalmak... Biz, 6 ay öncesinden rezervasyon için aramış olmamıza rağmen, sadece bir gece kalabildik yer bulamadığımızdan ama hiç unutmayacağımız bir deneyim yaşadık...  Plansız konaklamayı sevenlerdenseniz, biraz risk almış olursunuz ama adanın neredeyse heryeri pansiyon dolu... hepsinin önünde de yer var mı yok mu yazıyor, şansınızı pansiyonlarda da deneyebilirsiniz. Portree'nin rengarenk binalarla dolu küçük balıkçı limanını görmemenize pek imkan yok ama ben yine de aman atlamayın diye hatırlatmış olayım...


Dunvegan Castle dışında, adada görülecek her yer doğada. Bu şato da, şato olarak pek ahım şahım değil ama bahçesi muazzam!!! Şatolar, neredeyse hepsi bir klana ait olup, şahıs mülkiyetinde olduğundan, paralı girişe tabii ve giriş fiyatları da epey tuzlu. Dunvegan Castle'da dilerseniz sadece bahçeyi gezebiliyorsunuz daha cüzi bir ücret ödeyerek, ben şahsen bunu tavsiye ederim. Bahçe deyip geçmeyin, benim diyen botanik bahçesi bu kadar güzel olamaz...

Adada görülecek diğer her yer dediğim gibi doğada. Öyle İzlanda gibi turistler de pek düşünülmemiş burada: doğal mekanlarda öyle tuvalet, bir kahve içecek yer, sandviç alınacak kiosk falan yok... O yüzden tedbirli çıkın yola.

Mesela Fairy Pools isimli bir şelale var, daha doğrusu şelaleler... Şahsen biz, hem de sağanak yağmurun alında, dere tepe düz gidip çıktık en tepesine kadar, "bu muymuş" deyip geri döndük, hayal kırıklığıydı açıkçası... Ve yolun da öyle rahat bir yürüme parkuru olmadığını, bol hoplama zıplama, suya düşme riski içerdiğini belirtmiş olayım.

Kilt Rock, falezden denize dökülen bir şelalenin bulunduğu doğal bir formasyon... Nefes kesici bir manzarası var. Ayrıca dinozor ayak izlerinin fosilleştiği bir alan aynı zamanda...

Neist Point yine, enfes bir manzarası olan bir falez... Bir de ünlü feneri var ama onu görebilmek için 45 dakikalık bir yürüyüş yapmak gerekiyor. Yürüyüş yolu zorlu değil ama zaman istiyor, zamanınızı ayarlayıp feneri görmenizi mutlaka tavsiye ederim, biz ona gidemedik maalesef.




The Old Man of Storr, bizim yine uzaktan görmekle yetindiğimiz, başka bir gezegende hissettirten bir coğrafya... Tepesine çıkmak için dağcı olmaya gerek yok, eğer yeterli zamanınız varsa, mutlaka çıkıp manzaranın tadını çıkartın...

Bir de tabii yol boyunca göreceğiniz koyunlar ve "hairy coo" dedikleri inekler... Onların da bol bol fotoğrafını çekmeyi unutmayın...

Velhasıl, mutlaka gidin görün Isle of Skye'ı... Sıcak yaz aylarında ferahlık arıyorsanız, kalabalıklardan bunalmış sükunet hasretindeyseniz, bir de milli piyango çıktıysa (Pound ve diğer dövizler bu yükselişe devam ederse, yurtdışı hayallerimiz piyango çıkmasına bağlı olacak bu gidişle) bu yaz Isle of Skye olsun istikametiniz...