10 Eylül 2017

GÖKÇEADA: YAMAN ÇELİŞKİLERİN ADASI


Türkiye'nin en büyük adası burası, ama bir o kadar görünmez adeta... Dillendirilmeyen ya da dillendirilse bile kulak verilmeyen acı tarihi yüzünden midir, kardeşi Bozcaada'nın gölgesinde kalmasından mıdır yoksa adaya ulaşımı sağlayan Gestaş'ın ulaşım sürecini kabusa çeviren yönetim anlayışından mıdır bilinmez ama Gökçeada tatil deyince aklımıza ilk gelen yerlerden biri değil maalesef... Daha uzak olmasına rağmen Yunan adalarına gitmeyi düşünenimiz çok da, Gökçeada deyince duraksıyoruz bir şekilde...


Biz duraksamadık ve bu sene19 Mayıs'taki 3 günlük tatilden faydalanıp, Gökçeada keşfine çıktık. İyi ki de öyle yapmışız: sadece yeni bir coğrafya keşfetmedik, tarihimizin bilmediğimiz yönlerini de epey içimiz acıyarak öğrendik. 

Yola çıkarken özellikle böyle yoğun tarihlerde feribot sırasının çok uzun olduğuna dair gelen uyarıları dikkate alarak, programa göre 13:00'te kalkacak feribot için, Kabatepe Limanı'na 10:45'te vardık, sıraya girdik.. Ve ancak 16:00'daki feribota binebildik. Çünkü sadece ve sadece 2 tane feribot vardı... Adaya ulaşım Gestaş'ın elinde, Gestaş'a telefonla ulaştığınızda, feribot sırasını uydu ile izlediklerini ve buna göre planlamanın yeterli olduğuna karar verdiklerini öğreniyorsunuz ve yapabileceğiniz hiçbir şey yok, beklemek dışında... Tabii sırayı görüp geri dönenleri de unutmayalım, bir de onu yapabilirsiniz. Ya da arabayı bırakıp, yaya olarak da binebilirsiniz feribota ama İmroz'u layıkıyla gezmek için arabaya kesin ihtiyaç var, adada kiralık araç sayısı da çok yeterli değil... Yerel yöneticiler, turistik tesis sahipleri nasıl oluyor da bu kayıtsız Gestaş yönetimine katlanıyorlar, akıl almıyor açıkçası. Buraya gelenlerin ada yerine feribot sırasında geçirdikleri saatlerde adaya katabilecekleri gelirin kaybedilmesine nasıl göz yumabiliyorlar, hakikaten anlamak zor. Tabii diyebilirsiniz ki, sen de sıra olduğunu bile bile bu tarihte gitmeseydin, daha sakin bir tarihte gitseydin... ama unutmayın: yaman çelişkilerin adası burası, yüksek sezon ve özel günler dışında birçok otel, restoran ve kafe kapalı... 

Bununla birlikte, yaklaşık 6 saatlik bekleme süremizin çok kötü geçmediğini de itiraf etmeliyim. Ama bunun için, Kabatepe Limanı'nın en dibindeki S.S. Anafartalar Su Ürünleri Lokali'ne kadar yürümemiz gerekti. İyi ki ilk gördüğümüz hamburger, tost gibi hazır ürünler sunan keyifsiz mekana girmeyip, yürümüşüz. Bu lokal, çok salaş ama bir o kadar sevimli ve bir o kadar taze deniz ürünleri sunan, Gökçeada'da bizi bekleyen "citta slow" ortamına hazırlayan keyifli bir mekan. Eğer hafta sonu ya da tatil zamanı gidecekseniz adaya, nasıl olsa kuyruk bekleyeceksiniz, bence planınıza burayı da ekleyin mutlaka....

Ve Gökçeada... 1970 yılına kadar adı İmroz olan bu ada, o kadar büyük ki, akın akın gelen turistler feribottan iner inmez adeta yok oluyorlar. Bu nedenle de, biraz kafa dinlemek, kalabalıklardan uzaklaşmak istiyorsanız, Gökçeada en doğru adreslerden biri... Şimdi gelelim tavsiye ve ipuçlarına:

Ada, arabasız gezilecek bir yer değil, ama arabayla da otopark sorunu yaşanıyor. Gezip görülecek yerlerin çoğu malum eski Rum köyleri, onların da sokakları çok dar, hatta bazı köylerde, arabaların köyün içine girmesi yasak. Bu nedenle, çok yeterli olmasa da, neredeyse her köyün bir otoparkı var turistler için, erken vakitte gidip otoparkta yer bulmaya çalışmak gibi bir sorunsal yaşayacaksınız, şimdiden haberiniz olsun.

Adanın çok ilginç bir özelliğini detaylara girmeden paylaşayım: hemen hemen her köyde, her evin çatısında taşlar var. Kiremitlerin üzerine konmuş tek tek taşlar... Gökçeada'nın amansız rüzgarıyla mücadelesinin nişanesiymiş bu taşlar meğer. Çatıdaki kiremitler uçmasın diye konurmuş. Bu da böyle küçük bir detay bilgi.



Adanın güney sahillerindeki yolu, özellikle doğaseverlere çok tavsiye ediyorum. Her ne kadar burada turizm eski Rum köyleri odaklı olarak gelişmişse de, pek fazla köy bulunmayan güneyde kimi yerde çorak, kimi yerde asırlık zeytin ağaçlarıyla bezenmiş ve tabii ki mutlaka kendini gösteren denizin mavisiyle renklenmiş bir coğrafyada tek tük araba geçen kır yollarında ilerlemek çok güzel bir duygu.



Hele ilkbaharda göz alabildiğince uzanan gelincik tarlaları da eklenince manzaraya tadına doyulmaz bir deneyim ortaya çıkıyor... Durun bitmedi!! Daha bir de keçiler var!! Gökçeada, malum, keçileriyle ünlü ve gerçekten de yol boyunca top modellere taş çıkartırcasına poz veren keçiler yüzünden, benim gibi fotoğraf meraklıları 10 dakikada gidilecek mesafeyi, "arabayı durdur, in, fotoğraf çek, arabaya bin, 100 metre ilerle, yine dur, in, fotoğraf çek" formatıyla 1 saatte ancak alabiliyor.


                   

Adanın güneyinde bir başka ünlü mekan da Tuz Gölü. Belli mevsimlerde flamingoların konakladığı bir gölmüş burası, biz o döneme rast gelemedik maalesef. Ama "flamingolarla sörf yapmanın zevki" diye pazarlanan ve bu hayvanların doğal ortamına fevkalade zarar veren aktiviteler sonrasında flamingoların daha az gelmeye başladığı söyleniyor, doğru mudur bilemem. Ama bence de sörf yapacaksanız, doğaya zarar vermeyecek birçok yeri var Gökçeada'nın, oraları tercih etseniz pek iyi olur.

Güneydeki bir başka etkileyici yer Laz Koyu. Yaz mevsiminde burası çok tercih edilen bir plajmış. Biz gittiğimizde şemsiyeleri yerleştirilmiş, yaz hazırlıkları başlamıştı. Koydaki tek tesiste oturduk, bir kahve içtik, manzarayı seyrettik. Suyun o tarihteki soğukluğunu bilmesek, muhtemelen soluğu denizde alırdık, o kadar davetkardı manzara...



Bir de baraj gölü var Gökçeada'nın. Baraj göllerine mahsus o yeşilimsi rengiyle, yolun kenarına inşa edilmiş seyir terasındaki banklarda oturup, o manzarayı da biraz seyretmek keyifli oluyor.

Demin de dediğim gibi, Gökçeada'da turizmin kalbi eski Rum köylerinde atıyor. Bence bu köyler arasında en canlısı, en otantiği Zeytinliköy. Artık Rum Ortodoks Patriği Barthelemeos'un doğduğu köy olduğundan mıdır nedir, burası cıvıl cıvıl bir köy. Her taraf sevimli kafelerle, pansiyonlarla, butik otellerle dolu. Adanın en aktif kilisesi Agios Georgios Kilisesi de bu köyde ama pek turistik bir hali yok. Bu nedenle biz içine girip gezmedik, her gittiğimizde cemaat vardı, rahatsız etmek istemedik. Bu coğrafyanın ünlü "çamaşırhane"lerinden en büyüğü de yine Zeytinliköy'de. Geçmişte, ahali gelir, çamaşırlarını gürül gürül su akan bu çamaşırhanelerde yıkarmış. Bugün halen gürül gürül su akıyor ama çamaşırhane daha ziyade bir eski eser niteliğinde sergileniyor sadece.



Eski Bademli Köyü, adanın Rum köylerinden bir diğeri. Bana nedense Ortaçağ'dan kalan küçük İtalyan köylerini andırdı bu köy. Biraz daha tepede, yine bakımlı evleri, kafeleri olan ama Zeytinliköy'e nazaran daha sakin bir köy burası. Köydeki asırlık çınar ağacına şöyle bir sarılmak, Gökhan'ın Bal Çiftliği'nde arıcılık ve bal konusunda spontane gerçekleştirilen kısa bir seminere katılmak ve tabii ki bal almak, bir Rum aile tarafından işletilen Stenada Cafe'de mozaik pasta ve limonata yemek Eski Bademli Köyü'nün olmazsa olmazları....


Yukarı Kaleköy bence İmroz'un en güzel manzaraya sahip köyü. Epey tepede tabii bu manzaraya sahip olabilmek için. Köyün en ünlü mekanı "Mustafa'nın Kayfesi"... Ağaçların altında, en sıcak günde bile ferahlık veren bir mekan. Biz sadece kahvesini tattık ama kahvaltısı da çok iyiymiş diyorlar. Hemen yanında yeni renove edilmiş Aya Marina Kilisesi var ama ona da giremedik, kapalıydı kapısı.


Bu köyün en keyifli mekanlarından biri İmroza isimli dükkan. Sabunları, zeytinyağı, şarapları, turistik hediyelikleri ile ünlü bir mekan ama biz en çok kolonyalarına bayıldık. Neredeyse her çeşidinden bir tane aldık, aylar geçti Gökçeada seyahatimizin üzerinden ama o kolonyalardan her sürüşümüzde, kokuları bizi o güzel yolculuğumuza geri götürüyor.

Kaleköy'ün bir de sahil kenarında olan versiyonu var. Dalgakıranı ile balıkçıların limanı burası. Sahilinde sıra sıra balık lokantaları var, onların biraz ilerisinde akşamüstleri kurulan tezgahlar. Bir akşam rakı-balık yapalım diyorsanız, Kaleköy'deki Eleni Restaurant'ı tavsiye edebilirim.

         

Rum köyleri içinde, en az turistik olan Tepeköy. Hatta yabancılara pek sıcak davranmadıklarını bile söyleyebilirim, ya da en azından bize soğuk davrandılar desem daha doğru. Köyde sadece köy kahvesi açıktı biz gittiğimizde. Halbuki mavili beyazlı evleriyle burası da turistler açısından en az diğerleri kadar cazip ama bomboştu ortalık, adanın acı tarihinin izleri sanki buradan hiç silinmemiş gibiydi.


Gökçeada'ya gitmeden önce hazırlık yaptığınızda, adanın bazı spesiyalitelerinin anlatıla anlatıla bitirilemediğini öğreniyorsunuz. Bunlardan ilki "cicirya". Biraz yağlı bir hamurda peynirli, kekikli bir pizza diye düşünebilirsiniz bu yemeği. Biz bu yerel lezzeti Zeytinliköy'deki Madam Evstratia isimli yerde tattık. Aile üyelerinin işlettiği bu küçük amatör mekanda, ciciryanın ardından kalp şeklinde kireçte kabak tatlısı tattık bir de. Yerel bir lezzet değil ama onu da tavsiye ederim biraz kilo almayı göze alabilirseniz.


İmroz'un bir başka yerel tadı sakızlı muhallebi. Bunu birkaç yerde denedik ama en güzeli Zeytinliköy'deki iki Rum hanımın işlettiği Mina Cafe'deydi. Ara bir sokakta olmasına rağmen, adanın en rağbet gören kafesi de burası gördüğümüz kadarıyla. Bir de, kafenin tam karşısında biz gittiğimizde daha henüz tam da açılmamış bir dükkan vardı, oradan aldığımız hardalı da çok tavsiye ederim. İstanbul'a döndükten sonra neden sadece bir kavanoz aldık diye dövündüm doğrusu... 




Bir de yerel lezzet olarak oğlak çevirmeden bahsediliyor. Tabii ki onu da deneyelim dedik Ayışığı Çamlık Restoran isimli bir yerde. Ama artık bizim gittiğimiz zamana mı denk gelmedi, yoksa malum bir yeri anlatırken abartma eğiliminden midir, bildiğiniz kuzu tandır tadında bir şeydi yediğimiz.

Ve tabii ki Efibadem kurabiyeleri. Merkezdeki Meydani Pastanesi'nde satılan bu bademli kurabiyeler hakikaten anlatıldığı kadar var. Ben kurabiye meraklısı değilimdir hiç, ama bunlardan avuç avuç yiyebilirim, o kadar lezzetli. Eğer Gökçeada'dan birilerine hediye almak istiyorsanız, bence doğru tercih bu kurabiyeler olur.




Gelelim konaklama mevzuuna: adada konaklanabilecek otel, pansiyon bolca mevcut ama birçoğunun, ya otantik ama sıkış pıkış ya da geniş ama adanın dokusu ile hiç örtüşmeyen beton yığını şeklinde olduğunu belirtmem lazım. Biz gitmeden önce tabii ki nerede kalabileceğimizi epey araştırdık ve kararımızı, alternatiflere göre daha pahalı olan Zeydali Otel'den yana kullandık.

Gökçeada'ya varınca, doğru bir karar verdiğimizi teyid ettik açıkçası: Zetinliköy'ün meydanında, zevkle ve özenle döşenmiş, köyün doğası ve dokusuyla örtüşen, küçük ama profesyonelce yönetilen, hizmet anlayışının güçlü olduğu bir butik otel burası. Sabah uyanıp, odanın küçük balkoncuğundan köyün meydanının günün ilk ışıklarındaki tenhalığını seyretmek, yöre ürünleriyle hazırlanmış zengin kahvaltısını tatmak gerçekten büyük keyif.


Ama bu otel, her şeyden öte, Gökçeada hakkında yazılmış kitapları sergilemesi ile benim takdirimi kazandı. İstanbul'daki kitapçılardan bulunması zor olan adayı anlatan kitaplar görünür bir köşede duruyor ve benim gibi meraklılardan biriyseniz, satın almak isterseniz, sizi hemen merkez ilçedeki Sezin Kitabevi'ne yönlendiriyorlar.

Yolunuz mutlaka Sezin Kitabevi'ne düşsün... Ve mutlaka Deniz Kavukçuoğlu'nun "Hüzün Adasında Bir Köy: Gökçeada-Bademli" isimli kitabını ve Rıdvan Yurtseven'in "Gökçeada Sıradan İnsanların Öyküleri" isimli kitabını edinin. Bu kitapları okumadan, adanın yakın tarihindeki acıları bilmeden Gökçeada'yı tanımak, anlamak, sevmek mümkün değil... Ben o acılardan bahsetmek istemedim anlatırken burayı ama o acılar, utançlar, ayıplar bilinmeden Gökçeada'yı da anlatmak aslında pek mümkün değil.