14 Nisan 2014

SÜLEYMANİYE & ZEYREK: ESKİ İSTANBUL'U KEŞFETMEK


İstanbul, bugün içinde yaşayanlar için artık neredeyse sadece trafikten, gürültüden, kalabalıktan, dizi dizi sıralanan inşaatlardan ibaret... Ama biraz emek gösterirseniz, biraz çabalarsanız, İstanbul’u İstanbul yapan o muazzam tarihi, o insanlığın çok farklı kültürlerinin izlerini gizlendikleri yerde bulabilirsiniz... Aslında o izlerin gizlendikleri de yok esasen, sadece onları yoketmeye çalışan günümüz dünyasına sessizce ayak diriyorlar, o kadar....

İşte birkaç senedir biz, İstanbul’un bu gizlenen ve direnen geçmişinin peşinden gidiyoruz. Bu kez istikametimiz Süleymaniye ve Zeyrek ve işte gezimizin herbiri birbirinden ilginç durakları:


Neredeyse her gün yanından geçtiğimiz ama varlığından hiç haberimiz olmayan 1500 senelik bir kalıntı: son Batı Roma İmparatorunun kızı tarafından 527’de yaptırılmış olan Polieuktos (Ayios) Kilisesi.... İstanbul Büyükşehir Belediyesi Binası’nın kuzeybatısında yer alan bu kalıntılar, aslında Ayasofya’dan önce İstanbul’un en büyük bazilikasıymış ve 1960’ta bir temel kazısı sırasında şans eseri ortaya çıkmış. Günümüzde ise, etrafı tellerle örtülmüş olmakla birlikte evsizlerin ve son dönemlerde Suriyeli mültecilerin gecelerini geçirdikleri bir korunak vazifesi görüyor.

Kalıntıları arkamıza aldığımızda, altından akın akın geçen trafiğe inat dimdik duran Bozdoğan Kemeri karşımıza dikiliyor tüm heybetiyle. Orijinal adı Valens Kemeri olan bu eserin adı nasıl Bozdoğan oldu derseniz, İstanbul’un tarihindeki şiddetli depremlerden birinde, kemerin bir kısmı yıkılıyor ve halk “bozulan kemer” demeye başlıyor ve yıllar geçtikçe bozulan kemer ifadesi ağızdan ağıza geçerek oluyor size Bozdoğan Kemeri... daha ne çok böyle küçük küçük detay var İstanbul’un köşesinde bucağında.... Bir sonraki istikametimize ilerlemek için, Saraçhane Parkı’na giriyoruz. Parkın etrafı bakım çalışmaları için sac levhalarla kapatılmış, parkın içinde yer alan 16. yüzyıldan kalma narin Burmalı Mescit Camii ise bugün avlusunda sadece Suriyeli mülteci aileleri ağırlıyor yataklı döşekli, başka geleni gideni yok maalesef.



Ve geldik, İstanbul’un belki de en dingin ve en hüzünlü camisine: Şehzade Camii ve külliyesi... Mimar Sinan’ın “çıraklık” dönemi eserim dediği ve inşa ettiği ilk selatin külliye olan bu camiye ilişkin farklı farklı teoriler var. Bunlar içinde benim tercih ettiğim, Kanuni Sultan Süleyman’ın bu camiyi kendisi için inşa ettirmeye başlaması ama çok sevdiği şehzadesi Mehmet beklenmedik bir şekilde ölünce, camiyi onun adına tamamlatmış olduğu.


Külliyenin medresesi bugün kız talebe yurdu olarak kullanılıyor, tabhanesi Vefa Lisesi’nin laboratuvarı, ahırı kereste deposu, imareti ise İstanbul Üniversitesi’nin matbaası olarak kullanılıyor. Camiye hakim olan geometrik yapılanma daha avluda kendini farkettiriyor. Asırlık çınar ağaçlarının yapraklarının hışırtıları ve kuşların cıvıltısı dışında ezan saatleri dışında hiçbir sesin giremediği bu avluda, İstanbul’un o hengamesine tezat bir durgunluk hakimiyet sürüyor. Caminin dış mimarisinde kullanılan revak, ancak mimariden anlayan gözler için, Osmanlı mimarisinde bir ilk olmanın azametini taşıyor. 






Padişahın atıyla geldiği avludan camiye girişinde kullandığı merdivenlerin taşlarındaki kullanılmışlık ise belki de insanı 16. yüzyıla taşıyan en önemli ayrıntıyı teşkil ediyor. Geometrik ve stilize edilmiş bitkisel öğelerle süslü minareler ise, Mimar Sinan’ın tasarladığı en görkemli minareler olarak gökyüzüne yükseliyor. Caminin içi ise, tabii ki aradan geçen yıllar boyunca yapılan tamirler ve renovasyonlar sonucu özgün niteliklerinden oldukça uzaklaşmış durumdalar bugün ama özellikle hünkar mahfili halen o günlerin şatafatını koruyor.








Buradan çıkıp bir zamanların ünlü Direklerarası bölgesinin geride günümüze yıkıntı halindeki dükkanlar dışında hiçbirşey kalmamış olan sokağından geçip, Vefa Lisesi’nin önünden yürüyerek, Kalenderhane Camii’ye varıyoruz. Doğu Ortodoks kilisesi formunu taşıyan bu bina, esasen 9. Yüzyıla tarihlendirilen bir kilise, bunu mimarisinden de ilk bakışta anlayabiliyor insan. İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından Kalenderi tarikatına bağışlanan bina, önceleri medrese olarak kullanılmış ve 18. Yüzyılda da cami olarak kullanılmaya başlamış.





Buradan da çıkınca, yolumuz artık Süleymaniye Camii ve Külliyesi’ne doğru uzanıyor. Yolda, aralarında Cat Stevens’ın “Süleymaniye’nin ezanına yakın olsun” diyerek satın aldığı evin de bulunduğu restore edilmiş eski İstanbul evlerinin sokağından geçiyoruz. Adım başı, ya bakımsız ya da yanlış restore edilmiş ama buna rağmen halen güzelliklerini koruyan eski sokak çeşmelerine rastlıyoruz.









Ama buralara gelmişken, bir öğle yemeği arasında kuru fasulyeciye gidilmez de ne yapılır? Caminin hemen önünde sıra sıra dizilmiş olan restoranlar arasından, Erzincanlı Ali Baba’nın yerini seçiyor ve kısa bir yemek molası veriyoruz. Menümüz belli: kuru fasulye, pilav, turşu ve ayran...





Ve sonunda Süleymaniye Camii ve Külliyesi...


Bir camiden çok daha öte, kurumlaşmış bir sosyal düşüncenin mimari sonucu olan bu yapı, aynı zamanda Osmanlı döneminin en büyük külliyesi olarak hem şehre hem de Osmanlı mimarisine damgasını vurmuş bir şaheser. 






Camide kullanılan mimari teknik, havalandırma sistemlerinden aydınlatma uygulamalarına bugün bile mimari uzmanları hayran bırakacak kadar zekice tasarlanmış.







Külliyenin en dikkat çekici yapısı olan cami iç süslemelerden ziyade, büyüklüğü, ferahlığı, bütünselliği ve bunlardan gelen azameti ile ziyaret edenleri etkiliyor. 








Avludaki mezarlıkta yer alan Hürrem Sultan ve Kanuni’nin mezarlarında ise, Muhteşem Yüzyıl TV dizisinin meraklıları adeta bir izdiham yaratıyor. 













Camii’nin arka avlusundan görünen Boğaz ve Haliç manzarası ise, kelimelerle anlatılamayacak derecede etkileyici.









Caminin başdöndürücü etkisinden çıkıp, sokaklarda ilerlemeye devam ederken karşımıza bu camiye ve Osmanlı topraklarında yüzlerce esere imzasını atmış büyük insan Mimar Sinan’ın türbesi çıkıyor. Beyaz mermerle çevrelenmiş bu türbe ile ilgili duyduğumuz bir söylenti ise, eğer doğruysa düşüncesiyle olsa bile içimizi titretiyor: dendiğine göre, Mimar Sinan’ın kökeninin Türk olup olmadığını araştırmak üzere, kafatası mezarından çıkartılıyor, bilimsel incelemeler yapılıyor, Türk olduğu müşahede ediliyor ve.... ve ardından kafatası kayboluyor ve bugüne kadar hiç bulunmuyor... Ne derece doğrudur, bilemiyorum bu söylenti ama küçücük bir doğruluk olasılığı bile içimizi acıtıyor....

Yine bir kiliseden dönüştürüldüğü için Vefa Kilise Camii olarak da bilinen Molla Şemsettin Gürani Camii’ni kısaca geziyor, Şeyh Ebulvefa Efendi Çilehanesi’ni şöyle bir ziyaret ediyor ve kısa bir mola için Vefa’nın olmazsa olmazı Vefa Bozacısına uğruyoruz. 

Karşı dükkandan aldığımız leblebiler eşliğinde bozamızı içerken, yüzyılların şehri İstanbul’da geleneklerini aynen sürdüren mekanların ne kadar nadide, ne kadar değerli olduğunu bir kez daha hatırlıyoruz.


Bir sonraki adresimiz, her ayın ilk günü dilek dilemek için her dinden yüzlerce insanın akınına uğrayan Ayın Biri Kilisesi... Bir ayazma üzerine kurulu bu 18. Yüzyıldan kalma kilise, şehirdeki birçok kiliseye nazaran hem mimari hem de tarihsel açıdan çok daha zayıf olsa da, ayın birindeki izdihamı ile diğer kiliseleri adeta kıskandırıyor.











Manifaturacılar Çarşısından geçip, alt geçidi kullanarak gezimizin son semti olan Zeyrek’e ulaşıyoruz. Yine bir kiliseden dönüştürülmüş olan Zeyrek Camii renovasyonda olduğu için onu gezemiyoruz. 












Kendine has dokusunu muazzam bir şekilde koruyan semtin dar ve canlı sokaklarında biraz ilerleyince, karşımıza doğma büyüme birçok İstanbullunun bile bilmediği, şaşkınlıktan ağzımızı açık bıraktıran bir çarşı çıkıyor: Sakatatçılar Çarşısı... dizi dizi dükkanlar ve her yerde açıkta satılan kelleler, bağırsaklar, işkembeler, paçalar... inanılmaz bir görüntü ve dayanması zor bir koku... ama son derece etkileyici... Burayı görmeden İstanbul’u biliyorum demek, bence imkansız....







Dolu dolu geçen günümüzü Haliç’e kuşbakışı konumlanmış olan Zeyrekhane’de sonlandırıyoruz. Hem yemek, hem de kahve, çay servisi bulunan bu mekanı, belli ki ki daha ziyade turistler tercih ediyor zira etraftaki tek Türk bizleriz. Güzel bir manzara karşısında, ayaklarımızın arasında oynaşan kediler, geçirdiğimiz günün baş döndürücü deneyimi ile kahvelerimizi yudumlayıp, şehrin keşfine devam etmek için bir sonraki gezimizi planlamaya başlıyoruz bile.....

Bu yazının Hürriyet Seyahat Eki'nde yayınlanan versiyonuna http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/26215513.asp linkinden ulalabilirsiniz

1 Nisan 2014

YEŞİLYURT KÖYÜ: İNZİVAYA ÇEKİLMEK İSTİYORSANIZ DOĞRU ADRES


Her şeyden uzaklaşmak mı istiyorsunuz? Kafanızı dinlemek, doğayla baş başa kalmak, dingin ve sakin birkaç gün mü geçirmek istiyorsunuz? Şöyle kitabıma dalayım, müziğimi dinleyeyim, ruhumu dinlendireyim mi diyorsunuz?... O zaman doğru adres, hiç tartışmaya bile gerek yok, Küçükkuyu'nun Yeşilyurt Köyü...


Kaz Dağları'nın eteğindeki bu mücevheri yaklaşık 15 yıl önce keşfettim ve o gün bugündür, her sene, bazen yazın, bazen ilkbaharda, bazı yıllar sonbaharda, bir kez de kış mevsiminde Yeşilyurt Köyü'ne kaçtım birkaç gün. Hatta öyle bağlandım ki buraya, evlenmek için bile bu köyü seçtim...



Tertemiz denizi, oksijen zengini havası ve bunaltıcı olmayan yazları sayesinde özellikle emeklilerin gözde yazlık mekanı olan Küçükkuyu'dan sadece 1 kilometre uzaklıktaki bu dağ köyü, mübadelenin izlerini taşıyor halen. Eski adıyla Büyük Çetmi'de, gayri müslim ve müslüman mahallerinin hepsi taş evlerden oluşuyormuş ve bu doku da halen korunuyor. 


Köyde yerel nüfus oldukça azalmış, hatta yüzyıllık çam ağaçlarıyla çevrili okul bile artık kapanmış ama büyük şehirlerin koşuşturmasından kaçıp buraya yerleşen o kadar çok insan var ki, köy halen capcanlı. Kentlerden gelen bu göç, Yeşilyurt Köyü'ne çok farklı bir estetik nitelik kazandırmış.










Köyün küçücük meydanında, köylüler tarafından işletilen köy kahvesi çıkıyor ilk karşınıza. Kahvehane deyip geçmemeli, burada gözlemeden mantıya yerel tatlar kullanılarak hazırlanmış leziz yemekler bulmak da mümkün. Sağ köşede bakkal var, gazeteden ekmeğe süte, günlük tüm ihtiyaçlar dışında Ege'nin ünlü zeytinlerini, zeytinyağlarını, evde yapılmış domates salçalarını, köylülerin topladığı kekikleri ve daha nice Ege zenginliğini de satıyor burası. 



Sağda solda, köylü hanımlar tezgah açmışlar, karadut reçeli, karadut suyu, kendi elleriyle ördükleri örgüler, tarhana, tahta kaşıklar ve daha birçok el emeği göz nuru objeyi satıyorlar. 








Daha profesyonel dükkanlar da var meydanda, oralarda da magnetler, kapı, pencere süsleri satılıyor. Köy meydanının en görkemli binası ise, eski bir kiliseden dönüştürülmüş küçük ama çok güzel bir cami...





Yeşilyurt Köyü'nde kimi deniz manzaralı, kimi zeytinliklerle kaplı dağ manzaralı bir çok butik otel var, Çetmihan, Öngen, Erguvanlı Ev, Şahmeran Konak bunlardan sadece birkaç tanesi. Ama benim için bir tanesi var ki, hem konumu, hem konforu hem de insanlarıyla vazgeçilmez: Manici Kasrı...




Köyün en uç noktasındaki bu otelin (otel demeye dilim bile varmıyor, o derece ev gibi) her bir santimi özenle, itinayla hazırlanmış... Meydandan itibaren, köyün dar ve taş olduğu için hayli sarsıcı yollarından bir iki dakika ilerledikten sonra Manici Kasrı etkileyici taş binasıyla sizi karşılıyor. 






Avlusuna adım attığınız anda ise, hiç abartmıyorum, bambaşka bir dünyaya giriyorsunuz. Şırıl şırıl bir su sesi geliyor süs havuzundan, inceden bir dingin müzik çalınıyor kulağınıza, dağlardan gelen buram buram taze kekik ve çam kokusu sizi karşılıyor. Hele de bir de yazın gelmişseniz, cırcır böceklerinin hoşgeldin şarkısı eşlik ediyor bu karşılama merasimine. 










Burada hiçbir şey sıradan değil. Avludaki oturma düzeni, iç mekanlardaki detaylar, yiyecek ve içeceklerin servis ediliş şekli, yemekler, odalar... Her biri emek verilerek, özenle seçilmiş, hazırlanmış. Odaların her biri farklı bir dekorasyona sahip (her gidişimizde ayrı bir odada kaldığımız için, bizzat gördük). Televizyon yerine her odada şömine var. 



Ortam öyle ki, sizi kendinizle, yanınızdaki kişiyle baş başa kalmaya, güzellikleri yeniden keşfetmeye yönlendiriyor... Akşamları terasta otururken karşıda dağların arasındaki Küçük Çetmi Köyü'nün ışıkları yanınca ortaya çıkan mükemmel manzarayı seyrederken ilham perilerinin bile size yaklaştığını hissedebilirsiniz. 


Yemekleri bile kendine özgü Manici Kasrı'nın: akşam yemekleri set menü ama çeşit çeşit otlardan yapılmış zeytinyağlılar, ısırgan otlu köfteler, kızarmış elma tatlıları... Ve tabii ki bir de Sami Bey var.. Otelin her şeyi... Bir bakıyorsunuz telefonda rezervasyon taleplerini alıyor, bir bakıyorsunuz yanınızda sizinle derin bir sohbete dalmış, bir dakika sonra leziz bir şarap getirmiş size... 



Yazın geldiyseniz, Yeşilyurt Köyü'nden arabayla beş dakika mesafede, Assos yolu üzerindeki plaja da gidebilirsiniz. Köydeki tüm otellerin bu yol üzerine kendi plajları var zaten. Tertemiz ama bir o kadar da soğuk bir deniz, zeytin ağaçları, cırcır böcekleri ve güneş dışında bir de sadece huzur var bu plajlarda. 



Öğlenleri isterseniz plaj bölümünde çıkan zeytinyağlılardan köftelere, mantıdan hamburgere her çeşit yemeği yiyebilirsiniz. Ya da isterseniz, arabayla birkaç dakikalık mesafedeki restoranlardan birine gidebilirsiniz. 


Bu restoranlardan Gulet Restoran, tam sahilde, yaz kış açık olan, taze balıklarıyla, kendi bahçesindeki zeytinliklerden gelen zeytinyağı ile hazırlanmış salatalarıyla ve sevimli ortamıyla en çok tavsiye edeceklerimin başında geliyor. 


Bir de Küçükkuyu'nun içinde, biraz daha "beach" havası taşıyan, daha "şehir şehir" olan bir mekan var: Hasanaki. Burada hem balık, hem et yemekleri bulmak mümkün, hepsi de gayet leziz ama fiyatları İstanbul'daki Boğaz balıkçılarının fiyatlarını aratmıyor. 

Yeşilyurt Köyü'ne gelmişken, bu kadar inziva yeter deyip, etrafı da gezmek isterseniz, eğer ziyaretiniz Cuma gününe denk düşerse, semt pazarını sakın kaçırmayın derim. Hiçbir şey almasanız bile, taptaze meyveler, sebzeler, birbirine karışan baharat kokuları, köylerden gelenlerle sohbet paha biçilmez bir deneyim olacaktır. 



Küçükkuyu limanındaki kahvelerden birinde akşam üstü bir çay içmek, balıkçıların limanda ağlarını düzenlemelerini seyretmek, tadı damağınızda kalacak midye dolmaları ayaküstü atıştırmak, bunların hepsi mümkün bu güzel beldede. Ana caddedeki Adatepe Zeytinyağı Müzesi'ni de gezebilirsiniz, zeytin temalı objelerden zeytinyağına, zeytinyağından yapılma sabunlara çok zengin bir ürün yelpazesi olan müze mağazasından alışveriş yaparak köylülere maddi destekte de bulunabilirsiniz.



Gezme menzilinizi biraz genişletirseniz, Güre sınırları içindeki Tahtakuşlar Etnoğrafya Müzesi'ne gidebilir, Yeşilyurt Köyü'nden de görülen, hayli sakin olan Küçük Çetmi Köyü'nün köy kahvesinde bir Türk kahvesi eşliğinde köyün yaşlılarıyla sohbet edebilirsiniz...




Ama bilin ki, Yeşilyurt Köyü'ne bir kere adım attınız mı, buranın müdavimi olacaksınız....