28 Mayıs 2017

AKDAMAR: AHH TAMAR....


Tevekkeli değil bu yörede deniz diyorlar Van Gölü’ne… Uçsuz bucaksız bir mavilik, duru, yalnız, sakin ama hemen hırçınlaşmaya hazır… Çevresinde sıra sıra dağlar, tepeler, öyle ufku kapatacak kadar ulu değil ama ıssızlığıyla, güneşe perde bulutların gölgeleriyle bir başka heybetli… İnsanın tenine dokunan bir hüzün, en kızgın güneşin altında bile içini ürperten bir serinlik etrafta….

Ve işte bu deniz-gölün ortasında adalar… En ünlüsü Akdamar… isminden cismine sürekli bir tartışma konusu olan, ama o yapay gündemleri bir kenara bırakınca, sadece, maviyle mevsim renklerinin raks ettiği bir cennet…..




İşte sizi bugün bu cennete davet ediyorum… Önce, gelin, Van’ın Gevaş ilçesine gidelim… Sahilde bir sürü lokanta var ama hadi bu seferlik Grand Deniz Restaurant’ı seçelim… İki sıra uzun ağacın arasından geçip, sahil boyunca uzanan bölümdeki masalardan birine oturalım… önümüzde mavinin her tonunda Van Gölü, yazın geldiysek yüzmek için, güneşlenmek için herşey hazır… yok, ilkbaharsa, hafif bir rüzgar, azıcık üşüten…. Balık istersek balık, et istersek et, hepsi tazesinden, salata en organiğinden…. Önce bir karnımızı doyuralım…

Sonra belli saatlerde kalkan Akdamar teknelerinden birine atlayalım… Suyu beyaz köpüklerle yara yara ilerlerken, ciğerlerimiz temiz havayla dolsun, başımız dönsün mavinin keskinliğinden, teknenin rüzgarıyla dalganan Türk bayrağına baktıkça, memleket aşkı dolsun içimize, gözümüzde yaşlar biriksin… Ve yavaş yavaş Akdamar Adası belirsin önümüzde… önce uzaktan bir kaya yığını, üzerinde otlar, çalılar, yaklaştıkça, tarih tarih kokan…. 


Sonra güzelliği dillere destan Tamar’ı düşünelim, efsaneye göre adaya adını veren o ünlü Tamar’ı…. Onun aşkı uğruna geceleri yüzerek adaya gelen, bir gece kızın babası yol gösteren fenerle oynayınca, yolunu kaybeden ve çok yüzmekten yorulup boğulan, ama boğulmadan önce son sözleri “Ah Tamar” olan çobanı analım…. Üzülelim çobana, ama bir o kadar da adanın adı Akdamar mı Ahtamar mı diye yapılan tartışmalara… Ne diye olduğu bilinmez yazık kapışmalara, üzülelim çok, dertlenelim….

Yaklaştıkça adaya daha da, tam 1096 yıldır o topraklarda yükselen ünlü kilise tüm azametiyle önümüzde belirsin… tekneden inmek için can atalım, hemen yanına gitmek, o kadim tarihi solumak için acele edelim…. Merdivenleri çıkalım ikişer üçer atlayarak…. Keşiş Manuel’in imzasını taşıyan, dönemin en ünlü sanatçı ve ustalarının emekleriyle şekillenmiş toprak rengi kilise ve manastırın dış duvarlarında, Davut Peygamber ile Golyat’ın mücadelesini, Yunus Peygamber’in denize atılmasını, Adem ile Havva’yı, geyikleri, kuşları, balıkları, asma sarmaşıklarını, üzün salkımlarını resmeden rölyefleri hayran hayran seyredelim…. 

İçimiz titresin onlara baktıkça, hayal edelim o günleri, o günlerdeki yaşamı, insanları, o aynı toprakları, aynı geçmişi paylaştıklarımızı…

Eğer elimizden gelirse o güzelliklerin önünden ayrılmak, biraz tepelere çıkalım, çok kimselerin gitmediği tepelere… 




Kiliseyi şöyle çiçekli ağaçların dalları arasından seyredelim, sağda ve solda maviyi delen motorlar gidip gelsin, tek onlar bölsün zamanın durmuşluğunu… Ve biz orada, 915’te ilk tuğlaların konuşunu hayal edelim, 921’de kilisenin bitişindeki kutlamaları, 1113’te manastırın kuruluşunu, 1895’e kadarki Ermeni Patrikliği zamanındaki törenleri, 1918’de adanın terkedilişini, yalnızlığını, yavaş yavaş çöküşünü, sonra 2005’te yeniden dünyaya gelişini, 2007’den itibaren İran’dan Amerika’ya dünyanın dört bir yanından gelenlere kadim çehresini gururla sunuşunu…. Birden hatırlayalım kendimizi, ortak tarihe sahip çıkmanın sorumluluğunu hissedelim omuzlarımızda, silkelenelim….


Dönüş saatini kaçırmama telaşı sarsın bizi biraz… ama yine de çay bahçelerinde durup bir Türk kahvesi söyleyelim şöyle köpüklüsünden, onu içelim… sonra teknemiz gelsin, binelim… kafamızda binbir düşünce, dönelim evimize… ama artık aynı biz olmadan, Akdamar’dan bize kalanlarla heybemizde…..





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder