23 Ekim 2011

ESKİŞEHİR: BOZKIRDAN YÜKSELEN MEDENİYET



Ülkenin diğer şehirleriyle karşılaştırıldığında, aslında Eskişehir doğal güzellikler ve tarihi miras açısından çok daha şanssız bir kent: ne dudak uçuklatan manzaralara sahip, ne yüzyıllar ötesinden gelen antik kalıntılara, ne de Osmanlı ya da Selçuklu mimarisinin nadide örneklerine.... Ama buna rağmen, yine de Eskişehir yerli turist akınından nasibini alıyor... Nasıl mı? Muhteşem çalışan bir yerel yönetim sayesinde... Evet, Eskişehir'in en büyük şansı, hiçbir bahane yaratmadan, hiçbir engeli aşılmaz diye görmeden çalışan Yılmaz Büyükerşen'in kendini bu kente adamış olması...Belki de Eskişehir'e gitmeden önce en iyisi, kendisiyle yapılan nehir söyleşiyi içeren "Zamanı Durduran Saat" isimli kitabı okumak: ancak bu sayede bu şehri daha iyi anlamak ve daha gerçekçi bir şekilde değerlendirebilmek mümkün olabilir...

İşte biz de, bu efsane kenti tanımak için, bir Cumartesi sabahı daha gün ağarmadan o günlerde halen faaliyette olan Haydarpaşa Garı'ndan yola çıkıyoruz: trenle nostaljik bir başlangıç yapalım dedik. Günün o ilk saatlerinde hafif loş, henüz kalabalıklaşmamış Haydarpaşa'yı iyi ki o gün görmüşüz, bilemezdik ki çok yakında böyle bir imkan kalmayacak, o tarihi kamusal alan da bir ticari projenin pençesine düşecek....


Yaklaşık 2-3 saat süren keyifli tren seyahatimiz sonrasında, Eskişehir'de ilk durağımız, hemen garın karşısındaki Tülomsaş tesisleri... Daha önce hiç duymadığım bu kurum, meğer Devrim Arabaları sinema filmiyle yeni nesillerin de öğrendiği yerli araç girişiminin başlatıldığı ve yürütüldüğü kurummuş. "Devrim" isimli ilk Türk arabası camekanlı bir bölümde sergileniyor ve yerli turist kaynayan tesiste herkes bu arabayla bir fotoğraf çektiriyor.




Tülomsaş sonrası, ikinci durağımız çok değerli bir devlet adamımızın mezarı: kamuoyu tarafından daha ziyade İkinci Dünya Savaşı sırasında Paris'te büyükelçi olarak çalışırken binlerce Türk Musevisini Nazi soykırımından kurtarmasıyla bilinen Behiç Erkin'in ebedi istirahatgahındayız. Ama Behiç Erkin'in bilinmesi gereken o kadar başka özellikleri daha var ki: kendisi Çanakkale Savaşı'nda görev almış, Kurtuluş Savaşı'nın en önemli kahramanlarından biri olarak savaşmış, Cumhuriyet döneminde milletvekilliği, bakanlık yapmış, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları'nı kurmuş ve ilk Genel Müdürlüğünü üstlenmiş mümtaz bir devlet adamı. Açıkçası, Behiç Erkin'i bu kadar az tanıyor olmanın utancını hissediyoruz hep birlikte, ama bundan sonra unutmayacağımız ve unutturmayacağımızı bilmek biraz olsun teselli oluyor hepimize.






Bundan sonraki durağımız Bilim Sanat ve Kültür Parkı... Eskişehir'e gelenlerin mutlaka gezdiği bu park, itiraf ediyorum ki biraz "plastik": korsan gemisi, masal şatosu, mantar evler gibi atraksiyonlar içermesiyle belki Disneyland'a ya da diğer benzeri tematik parklara öykünüyor ama yine de bu tür destinasyonların sunduğu canlılığı içermiyor. Yine de haksızlık etmeyelim: çocukların cıvıltıları, çocukluklarına geri dönen yetişkinlerin kahkahaları buraya gelenlerin hayatından gayet memnun olduğunun en temel göstergesi. "Plastik" dememe bakmayın, biz de kuğuları seyrederek, korsan gemisinin dümenine geçerek, mantar evlerin pencerelerinde poz vererek burada en az 1 saat geçiriyoruz.





İlk öğle yemeğimizi, Eskişehir'in biraz dışında, Devlet Su İşleri'nin regülatörünün bulunduğu yerde, adı da "Regülatör" olan bir restoranda yiyoruz. Çok bakımlı, bir o kadar da sevimli bir bahçesi olan bu mekanın, iç dekorasyonu da oldukça şık, şöminesiyle özellikle kış günleri için çok davetkar. Gayet profesyonel bir hizmet alarak, yöresel olmayan ama gayet rafine bir menü tadıyoruz. Anadolu'da değil, Eskişehir'de bile böyle bir şık deneyim beklemiyor olmanın güzel şaşkınlığı hepimizi mutlu ediyor.





Regülatör Restoran'dan sonra Arslanbeyli Köyü'ne gidiyoruz. Önemli bir Bektaşi merkezi olan bu köyün adeta terkedilmiş gibi duran sokakları, kepenkleri sıkı sıkıya kapatılmış evleri özellikle fotoğraf meraklıları için güzel bir stüdyo işlevi görüyor.






Köydeki 15. yüzyıldan kalan Seyyid Sultan Şücaaddin Veli Türbesi ile Mürüvvet Ali Paşa Türbesi'ni ziyaret ediyor, ardından da Kırklar Meydanı Cemevi'ne giriyoruz. Bir çoğumuz ilk kez bir Cemevi'ne giriyor olduğumuz için o kadar çok sorumuz var ki, neredeyse 1 saat burada kalıyor ve bilgi alıyoruz.







Buradan sonra, yine Aleviliğin Anadolu'daki önemli uğrak yerlerinden biri olan Seyitgazi ilçesine geçiyoruz. Bu yerleşim bölgesi de yine biraz terkedilmiş gibi çok sakin, evler sessiz, hatta bir kısmı yıkık ama ortama etkileyici bir estetik hakim. Seyit Battal Gazi Külliyesi'ni detaylı bir şekilde geziyor, çilehaneden aşevine her yeri adım adım dolaşıyor, 13. yüzyıldan günümüze gelen bu mekanı ve tarihçesini tanıyoruz.





Sabahın çok erken saatlerinde başlayan yolculuğumuzun yorgunluğu kendini iyiden iyiye hissettirttiği için, artık zaman otelimize yerleşmek zamanı. Eskişehir merkezde Grand Namlı Otel'de konaklıyoruz. Temiz, düzenli bir otel ama insan, yeni bir şehri gezerken daha otantik, daha yerel dokunuşlar içeren bir yerde gecelemek istiyor, burası ise ha Niğde'de, ha Berlin'de olmuş farketmeyen otellerden biri. Dekorasyonu biraz "kitsch"... Ama konforsa konfor, temizlikse temizlik, o tür beklentileri karşılıyor. Yorgunuz diye akşam yemeğini de otelde yiyoruz ama sadece bir gece kalacağımız için bu şehirde, dışarı çıkıp gece hayatını keşfetme merakımız, yorgunluğumuzu yeniyor ve bu üniversite şehrinin "Saturday Night Fever"ının peşine düşüyoruz yaşımız kaç olmuşa bakmadan.


Otelimizin hemen karşısındaki Haller Gençlik Merkezi ile başlıyoruz gece turuna. Burası içinde dükkanlar, küçük kafeler ve barlar olan bir mekan ama hayli sakin, neredeyse boş. Meğer esas canlılık ışıklarla süslenmiş ünlü Barlar Sokağı'ndaymış. Burada ağırlıklı üniversiteli gençlerden oluşan kalabalığı seyredip bir şeyler içerek geceyi sonlandırıyoruz.










Eskişehir'de ikinci ve son günümüze erkenden başlıyoruz çünkü görecek çok şey var daha. Şehri baştan başa geçen Porsuk Nehri kıyısında yürüyüş yaptıktan sonra, nehirde bir tekne gezisine çıkıyoruz. Tam Venedik'te gondolla gezmek gibiymiş bu gezi diye kendi aramızda konuşurken, gerçekten de bir gondol geçiyor yanımızdan. Tabii ki çevredeki binaların mimarisi, altından geçtiğimiz köprülerin tasarımı, hatta renkleri aynı hissi yaratmaktan çok çok uzak ve tabii ki bu geziye de "kitsch" bir boyut hakim ama hep dediğim gibi: başka hangi Anadolu şehrinde böyle bir deneyim bulmak mümkün ki? İçimizde hep bir takdir duygusu var, ama "yapay" olmayan bir şeyler olsa demeden de duramıyoruz.










Tekne gezimizden sonra, şehrin çehresini değiştiren Anadolu Üniversitesi'nin Yunus Emre Kampüsünü hızlı bir şekilde dolaşıyoruz. Havacılık Parkı ve Tayyare Müzesini, müze kapalı olduğu için, gezmiyor, burada uzaktan birkaç fotoğraf çekmekle yetiniyoruz. Çağdaş Cam Sanatları Müzesi ise, cam sanatının gerçekten çok başarılı örnekleriyle bizi çok etkiliyor.










Odunpazarı, renove edilmiş eski Türk evleriyle Eskişehir'in en çok turist çeken semti. Burada pastel renklere boyanmış, bakımlı evleri gezerken, hangi ülkede, şehirde olursa olsun bu tür koruma altına alınmış eski semtleri gezerken insanın kafasına üşüşen sorular bizi de buluyor: neden artık bu estetik duygusu kalmadı? Neden günümüz mimarisinde detayların güzelliği göz ardı edildi? Neden fonksiyonel olma illa zerafetin, estetiğin olmaması koşuluna bağlandı? Neden?...





Odunpazarı'nda birçoğu butik otel olarak hizmet veren bu binalardan birinde kahve molası verdikten sonra, bu kez Kurşunlu Külliyesi'ne geçiyoruz. Bu külliye günümüzde çeşitli el sanatı ustalarına atölye vazifesi görüyor. Sanatçılar, ayrıca eserlerini de burada satışa sunuyorlar. Yine Odunpazarı'ndaki Atlıhan El Sanatları Çarşısı da el sanatları ile ilgilenenler için alışveriş yapabilecekleri bir başka adres.



Odunpazarı'nda en çok hoşumuza giden ise, Anadolu'nun paylaşım geleneğini sürdüren bir fırın: kapısından buram buram fırından yeni çıkmış taze ekmek kokusu sokağa kadar ulaşan bu dükkan, kapısının önüne ihtiyacı olan ama imkanı olmayanlar için alabilecekleri ekmekler koymuş. Siz de dilerseniz, fırından kendinize bir ekmek alırken, bir tane de ihtiyacı olanlar için satın alıyor ve buraya koyabiliyorsunuz. Ve gerçekten de o bedava ekmeklere hiç hücum eden olmuyor, yaşlı bir teyze geliyor bir tane alıyor, biraz sonra kimsesiz olduğu belli zar zor yürüyen bir yaşlı amca geliyor, yine sadece bir ekmek alıyor, hayır duasını ediyor kim verdi o ekmeği bilmeden ve unutmak üzere olduğumuz bu muhteşem gelenek Eskişehir'de, her geçen gün materyalleşen dünyaya inatla meydan okuyor....








Gezimizin sonu yaklaşırken, en son durağımız olan Kent Park'a doğru yola çıkıyoruz. Kent Park aslında Eskişehir'in basında en çok ses getiren eserlerinden birini barındırıyor: denizi olmayan bu şehrin plajını... Porsuk sahilinde, sarı kumlar, şezlonglar ve plaj şemsiyelerinden oluşan bu mekan, kış mevsimine yaklaşıyor olmamıza rağmen, halen bakımlı, düzgün, hele de güneş varken insana hadi gidip güneşleneyim dedirtecek kadar davetkar.










Ama Kent Park'ın tek özelliği bu plaj değil tabii ki: aslında Eskişehir'de her bir sokakta karşımıza çıkan heykeller, burada da sağa sola serpiştirilmiş durumda. Ucube denerek heykellerin yıkıldığı, kentsel dönüşüm denerek parkların betona çevrildiği ülkemizde, Eskişehir medeniyeti, sanatı, yeşili özleyen insanlar için adeta bir vaha... Bu nedenle de gözümüz gibi bakmamız gereken bir şehir...








Kent Park'ın Porsuk sahiline bakan bölümlerinde bisikletleriyle gelmiş yaşlısı genci balık tutuyor, manejde at binme dersleri alıyor, içerideki Kırım Çibörekçisi ise, gerçek çibörek lezzetini arayanlarla dolup taşıyor. Bu restoran büyük, hatta hangar gibi bir alana sahip, herhangi bir konfor, herhangi bir şıklık sunmuyor ama muhtemelen öğrenci olan ve part-time bu işi yapan gençlerin servis ettiği çiböreklerin lezzetini anlatmak mümkün değil, gidip tatmak lazım.

Bizi İstanbul'a geri götürecek trenimiz için istasyona geri dönerken, arkamızda, Cumhuriyetimizin ilk kurulduğu yıllardaki hizmet ruhunu, medeniyet aşkını, bilim ve sanat odaklılığını halen yaşatan örnek bir şehir bırakıyoruz. Bir "doğru" bireyin etrafında güven duygusu ve işine adanmışlık örneği oluşturmasıyla ne kadar büyük bir fark yaratabileceğine birinci elden şahit olmuşuz ya, yok mu diyoruz diğer şehirlerimizde tek bir insan daha bu farkı yaratacak, yok mu?.....









4 yorum:

  1. hep gitmek istedigim bir sehir...

    YanıtlaSil
  2. Merhaba,

    Mail adresinizi öğrenebilir miyim?

    Sevgiler,
    Özlem Mete

    ozlem@gezimanya.com
    www.gezimanya.com

    YanıtlaSil
  3. Başarılı bir yazı olmuş beğendim, teşekkürler.

    YanıtlaSil