17 Aralık 2012

ANTAKYA: OLMAYAN BİR SAVAŞIN GÖLGESİNDE




 Antakya seyahatimiz firelerle başladı: top düşer, mülteciler saldırır, kurşun gelir diyerek ekibimizden birkaç kişi son anda gelmekten vazgeçti… Antakya’da olduğumuz süre boyunca ise, cep telefonlarımız İstanbul’daki kaygılı tanıdıklarımızın aramalarıyla susmak bilmedi: iyi miydik? Güvende miydik? Silah sesleri var mıydı? Top bizim oralara mı düşmüştü?... Onlara sürekli anlattığımız ise, Antakya’da değil bir savaş, en ufak bir huzursuzluğun bile yaşanmadığıydı.  

Maalesef Antakya ve tüm Antakyalılar olmayan bir savaşın gölgesinde yaşıyorlar şu sıra. Bu az bulunur tarihi zenginliğe ev sahipliği eden muhteşem şehir, hele de böyle güzel bir ara mevsimde turistlerle dolup taşacağına, müzelerde ve ören yerlerindeki sessizlik ve ıssızlıkla boğuşuyor. Yine de Antakyalılar için, gündüz ve gece yaşam çok hızlı, çok hareketli ve çok renkli devam ediyor, tek eksikleri şehri keşfetmeye gelen gezginlerin azlığı. Kadınların sosyal yaşamda adeta başrolde yer aldığı bu canlı şehrin karşılaştığımız her bir sakini, yaşanmayan bir savaşın gereksizliğini anlatıp duruyor her misafire. Onlara ve şehre kulak verdiğinizde ise, etkileyici bir inanç yelpazesi, örnek alınası bir kardeşlik ve yüzyılların getirdiği bir zenginlik sizi bambaşka bir dünyanın keşfine yönlendiriyor.





Önceden bilgi edinmek isteyenler için Hüseyin Türk’ün yazdığı Kaknüs Yayınları’ndan çıkmış olan “Anadolu’nun Gizli İnancı Nusayrilik” isimli eseri tavsiye ederim. Kitap sadece Antakya’nın Sünnilerden sonraki ikinci en büyük cemaati olan Nusayriliği anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda Antakya’nın tarihi ve kültürü açısından da çok zengin bilgiler içeriyor








Antakya denince birçokları için ilk akla gelen güzel yemekler… Zengin Antakya mutfağını deneyimlemek için şehrin merkezindeki Sveyka Restaurant ve Anadolu Restaurant en doğru iki adres olacak. Sveyka renove edilmiş eski bir Antakya konağının içinde olması itibariyle, güzel yemeklerin yanısıra aynı zamanda otantik bir ortam sunmasıyla da farklılaşıyor.


Muhammara, oruk (Antakya usulü içli köfte), patlıcan ezme, humus gittiğiniz her lokantada meze olarak zaten sizleri hazır bekliyor. Ana yemek olarak ise özellikle tepsi kebabını, halep kebabını ve kağıt kebabını mutlaka denemelisiniz.



Antakya ve tatlı denince ilk akla gelen tabii ki künefe. Şehrin merkezi künefe dükkanları ile dolu ve hepsi de gayet lezzetli künefe yapıyor. Ama Uzun Çarşı’daki Çınaraltı’nda Yusuf Usta’nın közde künefesini tatmadan sakın geri dönmeyin. Közde pişmiş künefeyi bir daha bulmanız zor….




Künefenin gölgesinde kalsa da, Antakya’nın bir başka ünlü tatlısı da “kireçte kabak tatlısı”. Künefe yememeyi başarabilirseniz, bir kez de kireçte kabak tatlısına şans verin,  hiç pişman olmazsınız…




Konaklamak için otantik bir mekan arıyorsanız, eski bir sabun fabrikasından otele dönüştürülmüş Savon Butik Otel doğru bir seçim olabilir. Şehrin tam merkezinde yer alan ve 4 yıldızlı Büyük Antakya Oteli de özellikle büyük grupların konaklaması için yerinde bir seçim olacaktır.


İçindeki zengin mozaikler nedeniyle çoğu zaman Antakya Mozaik Müzesi diye yanlış adlandırılan Antakya Arkeoloji Müzesi mutlaka ziyaret etmeniz gereken mekanlardan biri. Şehrin ana meydanında yer alan müze, 1932-1948 yılları arasında bölgede yapılmış kazılarda elde edilen eserleri ağırlıyor. Dünyanın en zengin ikinci mozaik koleksiyonunu barındıran müzede, ayrıca ünlü Antakya Lahti de yer alıyor. Müzenin girişindeki mağazada müzeyle ve Antakya ile ilgili zengin kaynaklar bulmak mümkün





Şehre tepeden bakan ve Antakya’daki ilk Hristiyanların gizli toplantıları için kullandıkları ve Hristiyanların en eski kiliselerinden biri sayılan St-Pierre Kilisesi ise, maalesef biz gittiğimizde bakım ve onarım nedeniyle kapalıydı ve Ağustos 2013’te açılacağı belirtiliyordu. Yine de kapısına kadar gidip, oradan şehri seyretmek için bile ziyaret edilebilir.




Şehrin içindeki St-Paul Ortodoks Kilisesi yine dünyanın en eski kiliselerinden biri olma özelliğini taşıyor. Tabii yaşanan depremlerden zarar gören kilisenin bugün gördüğümüz hali 19. Yüzyıldan kalma ama tamiri için dönemin padişahının gönderdiği ferman, dilek kuyusu ve bilgi vermeye istekli candan görevlileri ile mutlaka ziyaret edilmesi gereken mekanlardan biri de burası.











Antakya maalesef bugün şehircilik ve binalar açısından çok estetik bir görüntü sergilemiyor. Bununla birlikte, şehrin bugün neredeyse harabe halinde olan ama bir el atılsa İtalya’nın, Malta’nın, Portekiz’in gezmeye doyamadığımız eski dar sokaklarından hiçbir farkı kalmayacak eski sokaklarında mutlaka gezmelisiniz. St-Paul Kilisesi ziyaretinden sonra böyle bir gezi çok keyifli olacaktır








Antakya’nın çok kültürlülüğünün en güzel örneklerinden biri de Habib-i Neccar Camii. Anadolu topraklarında inşa edilen ilk cami olma özelliğini taşıyan, bir pagan tapınağı üzerine kurulmuş ama yine depremler nedeniyle yıkıldığı için bugün 19. Yüzyıldan kalan halini gördüğümüz bu camide, Hristiyanlığa geçen ve dini inanışı nedeniyle başı kesilerek şehit edilen ilk Antakyalı Habib-i Neccar’ın türbesi yer alıyor.


Şehir merkezine arabayla 10-15 dakikalık mesafede olan Harbiye’de ise, “şelale” ismiyle anılan bölge, özellikle çok sıcak yaz günlerinde halkın serinlemek için geldiği önemli bir merkez. Dağlardan gelen tertemiz suların şırıl şırıl aktığı bu bölgede, kahvaltıdan akşam yemeğine ya da sadece bir fincan kahveye kadar her türlü yeme içme ihtiyacınızı karşılayacak birçok mekan mevcut.




Antakya gezisini tabii ki şehirle sınırlamamak gerekiyor. En başta gidilecek yerlerden biri Samandağ. Dünyanın ilk tüneli olan ve M.S. 69’da başlayıp 79’da 1000 kişilik esir ordusunun el emeğiyle kayalara açılmış bu tünel, Roma döneminde dağlardan inen suların sürüklediği tortuların limanı doldurmaması için inşa edilmiş. Aynı zamanda sıkı bir trekking yolu da sayılabilecek bu tüneli mutlaka görmelisiniz. Yol boyunca dağlardan inen sularda soğutulmuş meyve ve içecek satan köylüleri gördüğünüzde inanın çok mutlu olacaksınız… Tünelin en ucunda ise, yine Roma döneminden kalan Kaya Mezarları ve Beşikli Mağara’yı bulacaksınız. Tünelin ilk başlangıç yerinden Akdeniz’i seyretmek de cabası…




Samandağ’a gelmişken, Aknehir ilçesindeki St-Simeon Manastırı’nı da görmek lazım. 541-592 yılları arasında buradaki sekizgen manastırda 36 metrelik bir sütunun üzerinde yaşadığı rivayet edilen Aziz Simeon’a adanmış olan bu manastırdan günümüze geri kalanlar, manastırın etrafından tepelere konumlanmış onlarca rüzgar türbini ile muhteşem bir görsel tezat sunuyor.


Samandağ yaz mevsiminde plajları ile Antakyalıların çok tercih ettiği bir yöre, tabii kışın oldukça ıssız oluyor. Hem otel hem restaurant olan Dervişan Tesislerinde bir değişiklik yapıp Akdeniz’den yeni tutulmuş balıklardan ve tanesi sadece 10.- TL olan Jumbo karideslerden tatmadan sakın dönmeyin derim.




Samandağ’daki çeşitli Nusayri Ziyaretevleri’ni de eğer açıksa ziyaret edebilirsiniz, yalnız dikkat: dıştaki kapıdan girerken dahi ayakkabılarınızı çıkarmanız lazım inanış gereği ve eğer ziyaretevlerinin etrafında üçer kere dönen arabalar, insanlar görürseniz şaşırmayın, bu da bir başka gelenek…



Organik ürün meraklıları için Vakıflı Köyü mutlaka gidilmesi gereken bir adres. Yörenin en eski Ermeni köylerinden biri olan bu köyde, halen 150 hane yaşıyor. Güzel bir kilisenin ve sakin bir kahvenin merkezi konumda yer aldığı bu köyün halkı tarafından elde yapılan nar ekşisi yörenin en lezzetli nar ekşisi olarak biliniyor. Ayrıca, limon şurubu, portakal şurubu ve başka bir yerde bulması zor olan “halhalı” zeytini için de en doğru ve güvenilir adres Vakıflı Köyü.



Antakya’dan hediye olarak ne alabilirim diye soruyorsanız, şehrin merkezindeki Uzun Çarşı sizi çeşitli alternatiflerle bekliyor olacaktır:  Antakya’nın ünlü ipeklerinin her türü, çeşit çeşit baharat, nar ekşisi, zeytin ve özellikle büyük, iri ama çok çok acı yeşil biberler gezginlerin en revaçta olan alışveriş seçenekleri…






 Antakya’da havalimanı var ama tavsiyem Adana’ya uçakla gelip, Antakya’ya karayolu ile gitmeniz yönünde. Zira bu sayede üç çok önemli eseri daha görme fırsatınız olacak:





Adana-Antakya yolunun 107. kilometresindeki Payas’ta bulunan ve renovasyon çalışmaları halen devam eden Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi bir Mimar Sinan eseri olarak sizi büyüleyecek, avlusundaki yüzlerce yıllık zeytin ağacının gölgesinde kısa bir dinlenme size çok iyi gelecektir









Bugün Ceylan ilçesi sınırları içinde kalan, Yaşar Kemal’in eserlerinde bahsi geçen Anavarza ise, henüz daha neredeyse hiçbir kazı yapılmamış olmasına rağmen, azameti ile sizi kendinizden geçirecektir. M.Ö 7. yüzyıla dayanan geçmişi ve M.S 7. Yüzyıl Ermenilerinden kalan kalesi ile burası, daha henüz el değmemiş bu haliyle bile “Yüzüklerin Efendisi” filminin dekorlarından biri olabilecek kadar etkileyici. Hele bir de gün batımında geldiyseniz, muhteşem fotoğraflar çekeceğinizden emin olun.






Gelmişken, kalıntıların hemen yanındaki Dilekaya Köyü’nde bugün 74 yaşında olan Hanım Teyze’yi mutlaka ziyaret edin. Evinin bahçesinden çıkan mozaiklerin eşliğinde, size nasıl bu eserlerin bekçisi olduğunu, Yaşar Kemal’i evinde nasıl ağırladığını ve 74 yıla sığan birçok muhteşem anıyı seve seve anlatacaktır.












Ünlü arkeoloğumuz Prof. Halet Çambel tarafından gün yüzüne çıkartılan Kral Asistavandas’ın Geç Hitit döneminden kalma yazlık sarayı Karatepe, hem doğa içindeki muhteşem konumu, hem de günlük yaşamı yansıtan tek Hitit kalıntısı olması itibariyle, mutlaka görmeniz gereken yerlerden biri. Çok başarılı bir açık hava müzesi olan bu mekanın girişinde, köylülerin elle yaptıkları tahta araç gereçleri de satın alabileceğiniz küçük bir kulübe de mevcut



Bu yazının Hürriyet Seyahat'te yayınlanmış olan versiyonuna http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/22173102.asp linkinden ulaşabilirsiniz

1 yorum: