Kars’ı görmek için yolunuzun
oraya düşmesini beklemeyin boşuna… Sözü bile var: “Kars’ı görmek istiyorsan,
Kars’a gitmelisin”… Bir zamanların İpek Yolu’nun ana kavşaklarından biri olan,
Müslümanların Anadolu toprağına ilk ayak bastığı, ilk namazını kıldığı bu
şehir, günümüzde kuş uçmaz kervan geçmez bir uç şehir olmuş kalmış…
Uzun ve çetin kış mevsiminin
geçit vermezliği, kısa süreli ilkbahar ve çok daha kısa süren yaz ile sona
ermişken, asfalt eriten bir sıcaklıkla boğuşan ve kuraklığın sarısının yeşili
çoktan boğduğu İstanbul’dan havalanıp, Kars’a doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık
2-2,5 saat süren yolculuğun sonuna doğru, uçağımız alçalmaya başladığında, bizi
yemyeşil ve sonsuza uzanan ovalar, çayırlar karşılıyor bu şehirde. Ufacık ama
sevimli havalimanının yanında hummalı bir inşaat çalışması sürüyor: 2 yıla
kalmaz, Kars’ın yepyeni ve çok daha büyük bir havalimanı olacakmış… Olsun, hatta
ne güzel güzel olmasına da, o zamana kadar kaderine terkedilmişliğine de bir
çözüm bulunur umarız bu güzel şehrin de o büyük havalimanı bomboş kalmaz
bozkırın ortasında…
Şehre giden yol boyunca,
çayırlarda çoğunlukla hanımların otlattığı kaz ve inek sürülerini izleye izleye
ilerliyoruz. Şehrin içine girdiğimizde ise, delik deşik, tamirat halindeki
yollar ve bu tamiratın yarattığı toz bulutları karşılıyor bizi. Kars’ta
geçireceğimiz 3 gün boyunca da, şehir içinde araçla ilerlemek, kent
sokaklarının neredeyse tümünde aynı anda başlatılmış ve devam ettirilmemekte
olan tamirat nedeniyle imkansız olacak.
Şehir mimarisiyle ilgili
beklentilerimiz
büyük: Rusların 40 yılı aşan hakimiyeti, bu şehirde temelli kalmayı
planlamalarının da etkisiyle, günümüzde biraz yemek kültüründe, çokça da
mimariyle kendini gösteriyor diye okuduk gelmeden önce. Heyhat, zaman ve
ilgisizlik çok acımasız davranmış geride kalanlara: şehrin büyük bir bölümü
gerçekten de Rus döneminden kalma binalarla dolu, ama neredeyse hepsi harap,
hepsi yarı yıkılmış durumda. Kısa bir süre önce alınan kararla, bu binalar
tarihi eser ilan edilmiş ve yıkılmaları yasaklanmış. Ancak restorasyonları o
kadar pahalı ki, kimsenin alım gücü bu güzelim binaları eski görkemine
kavuşturmaya yetmiyor. Ruslar, ya tek katlı ya da iki katlı yapmışlar
binalarını. Tek katlılar daha ziyade mesken olarak kullanılmış, iki katlılar
ise devlet daireleri için inşa edilmiş. Kiliseler dışında, o dönemden kalan
daha yüksek bina bulmak mümkün değil zira, soğuk kış bastırdığında, güneşin en
ufak ışığına bile muhtaç olan bu şehirde, kaldırımlar karlı, buzlu kalmasın diye böyle bir yönteme
başvurulmuş. Günümüzde ise bu binaların büyük bir kısmı devlet dairelerine ev
sahipliği yapıyor, geri kalanları ise, mahzun ve boş bir şekilde, kendilerini
eski görkemlerine kavuşturacak parası ve geçmişe ilgisi bol yeni sahiplerini
bekliyor.
Kars’taki ikinci günümüze
heyecanla uyanıyoruz, istikametimiz Ani Harabeleri. Daha 15-20 yıl öncesine
kadar, Ani Harabeleri’ne gitmek için, önce Kars Müzesi’nden sonra da Kars
Emniyet Müdürlüğü’nden özel izinler almak gerekiyormuş, hatta Ani
Harabeleri’nde fotoğraf çekmek bile yasakmış. Neden mi? Çünkü bir adım öteniz,
bugünün Ermenistan, dünün ise SSCB sınırı… Neyse ki, günümüzde artık bu tür
formaliteler kalmamış.
Yaklaşık 1 saat süren yolculuğumuz sonunda, önce Ocaklı Köyü’ne varıyoruz. Ani Harabeleri’nin kıyısında kurulu ve hayvancılıkla uğraşan bu küçük köyün sakinleri, yediden yetmişe bize el sallayıp duruyor. Turistik yörelerin alışılmış satış tezgahları yok burada, hatta içecek bir su, bir meşrubat alacak bir küçük bakkal dükkanı bile yok. O derece ücra ve el değmemiş bu topraklar.
Köyü yürüyerek geçip, Ani Harabeleri’nin devasa surlarının önüne geliyoruz. Öyle bir ihtişam karşılıyor ki bizi, insanlık tarihinde küçücük bir nokta olduğumuzu iliklerimize kadar hissediyoruz. İç kapıdan geçip, arkeolojik kazılarda daha sadece % 15’i gün yüzüne çıkartılmış katman katman tarihin içine dalıyoruz. Bastığımız her karış toprağın altında tarih yatıyor, ürperiyoruz.
Ve Arpa Çayı’nın oluşturduğu sınırın ötesinde Ermenistan…. Ani Harabeleri’nde dolaştıkça, insanoğlunun yarattığı kavramları, sınırlamaları, yaftalamaları, önyargıları sorgulayıp duruyor dimağımız ve isyan ediyoruz yüzyıllardan geriye kalanların birliktelik ve beraberlik olacağına salt ihtişamla yükselen taşlar olmasına…
Yarım günümüzü alıyor Ani Harabelerini gezip dolaşmak. Temmuz ayında Kars’ın serinliği olmasa, tek bir ağacın gölgesi bile bulunmayan bu yerde, bu geziyi yapmak ne mümkün? Rotamızı daha serin bir bölgeye, Çıldır Gölü’ne çeviriyoruz. Yaklaşık 2200 metre yükseklikte bu göle doğru ilerlerken, sağanak yağmur bizimle birlikte geliyor gittiğimiz her yere. Arabanın camından gördüğümüz aralarına sarı, mor çiçeklerin serpiştirildiği yemyeşil çayırlar, uçsuz bucaksız ve hayvan sürüleri öbek öbek. Kışın donduğunda, üzerinde atların çektiği kızaklarla yarışlar düzenlenen Çıldır Gölü’nün kıyısında Atalay Yeri’ne giriyoruz.
Yağmur yeni dinmiş, her yerde ıslak çimen ve toprak kokusu buram buram. Karşı kıyıda bir yerlerde yağmur devam ediyor, görüyoruz kara kara bulutları rüzgarla hareket ederken. Atalay Yeri’ne balık yemeye geldik gelmesine de, balıklar artık Çıldır’da bulunmuyormuş. Neden diye soruyoruz, İsrailliler göle diğer canlıları öldüren bir balık türü saldı, sabote etti diyorlar. Neden bunu yapsınlar sorusunun cevabı yok, neden İsrailliler sorusunun cevabı yok, inanmışlar buna besbelli nedensiz sebepsiz. Biz de, başka bir yerden getirilmiş alabalıkları yiyoruz burada. O kadar saattir aç açına yoldayız, yağlı mağlı dinlemeden önümüze konanı silip süpürüyoruz.
Biz yemeğimize devam ederken, iki aşık sahne alıyor ve aşık atışması başlıyor. Doğaçlama sanatının topraklarımızdaki atası diyebileceğimiz bu performans bizi yeri geliyor güldürüyor, yeri geliyor hüzünlendiriyor, yeri geliyor utandırıyor, yeri geliyor derin derin düşündürtüyor. Aşık Bilal Ersarı’nın dilinin kemiği yok: korkusuzca, çekinmeden politikacıları, sanatçıları, gündemi, hatta Avrupa Birliği’ni eleştiriyor da eleştiriyor. Dediğine göre eleştirmeyeceği ve eleştirtmeyeceği tek kişi varmış: Mustafa Kemal Atatürk… bunu söylediğinde restoranımız alkışlarla inliyor.
Sazla sözle geçen gecemizin ardından Kars’taki son günümüz başlıyor. Sabah Kars’ın meşhur kaymağı, balı ve peynirinden oluşan kallavi bir kahvaltı yapıp, Sarıkamış’a doğru yola çıkıyoruz. Ufukta Allahuekber Dağları belirdikçe, suskunlaşıyoruz, donuklaşıyor adeta bakışlarımız. Bu topraklar da, tıpkı Çanakkale gibi, bağrındaki onbinlerce şehidin hüznüyle yoğrulmuş sanki. 1914 senesinin Aralık ayında, aklı ihtirasına yenilmiş Enver Paşa’nın ayağında çarığıyla savaşmaya değil donarak ölmeye gönderdiği 60.000 askerimiz bu topraklarda mezarsız yatıyor. Yoldaki “Allahuekber Dağı Şehitliği”nde Mehmet Akif Ersoy’un “bir hilal uğruna ya Râb, ne güneşler batıyor” dizelerini ve daha onyedisindeki, yirmisindeki sıra sıra şehit isimlerini okudukça, gözlerimiz tarihin utancıyla yerden kalkamaz oluyor.
Şehitlikteki kısa moladan sonra, Sarıkamış yoluna devam ediyoruz. Sarıkamış da tıpkı Kars gibi, Rusların adeta asla gitmemek üzere bina inşa ettikleri bir bölge olmuş. O dönemden kalan askeri binalar, halen Türk ordusu tarafından kışla olarak kullanılıyor. Kentin kuzeyinde, kış turizmine yönelik oteller ve Temmuz ayında yemyeşil vadiler olarak uzanan kayak pistleri görülüyor. Sarıkamış’ın içinde ise erkek egemen bir hava hakim. Kars’ta kadınlar ne kadar sokaktaki günlük hayatın ayrılmaz bir parçası ise, Sarıkamış’ta o kadar kapanmış evlerine: sokaklardaki tek kadınlar biziz. Burada yüzler hiç gülmüyor, bakışlar hep öne eğik, aman gözgöze gelmeyelim dercesine. Halbuki Kars’ta o kadar insan canlısıydı ki ahali, hep gülümseme, hep sohbetle geçmişti sokaklardaki her anımız.
Sarıkamış merkezde, oturup çay, kahve içebileceğimiz bir yer bile bulamıyoruz maalesef ve kentin güney tepelerindeki Katarina Av Köşkü’ne tırmanmaya başlıyoruz. 1880’lerin muhteşem mimarisinin çökmek üzere olan bir örneği var karşımızda. Onca bakımsızlığa rağmen, halen çok azametli bir görüntüsü var binanın. Aklımızdan hemen bu binayı restore edip neler yapılabileceğine dair hayaller geçiyor rutubet kokan odalarını tek tek gezerken.
Sarıkamış’taki kalışımızı çok uzatmadan Kars’a dönüş yoluna koyuluyoruz. Şehirdeki son birkaç saatimizde, şehrin sokaklarında dolaşmayı planladık. Önce, Kars’ın ünlü peynirlerinden ve balından almak için, namı ülke çapına yayılmış Büyük Zagotlar mağazasına giriyoruz. Aslında mandıralarını da ziyarete açmışlar ama zamanımız olmadığı için üzülerek mandıra ziyareti tekliflerini geri çeviriyoruz.
Ardından, Yıldız Halı ve El Sanatları mağazasına uğruyoruz. İkinci bir örneği olmayan eşsiz halıları tek tek dinliyoruz sahibinin ağzından. Hangi halıdaki hangi motif, neyi temsil ediyor, tek tek anlatıyor bize mağaza sahibi, gözleri ışıl ışıl anlatırken, belli ki çok seviyor bu işi. Zaten halı koleksiyonculuğuyla başlamış bu işe, sonra bakmış çok birikmiş halılar, satış işine de girmiş. Ama hadi şu halıyı alayım dediğinizde, sanki duymamış gibi yapıyor, birkaç kere daha tekrar etmeniz gerekiyor, adeta ayrılmak istemiyor hiçbir halısından.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan, ayrılıyoruz buradan da ve istikametimiz, dedesinin görevi nedeniyle çocukluğunun bir bölümünü Kars’ta geçirmiş olan Namık Kemal’in Evi... Günümüzde bu ev bir sanat merkezi olarak kullanılıyor. Şehrin gençleri bize Kafkas danslarından oluşan kısa bir gösteri sergiliyorlar. Zor bir dans bu, o yüzden gösterideki aksaklıkları hiç dikkate almıyoruz, yöre gençlerinin isteği, şevki ve gözlerindeki ışıltıyı dakikalarca ayakta alkışlıyoruz.
Son öğle yemeğimizi, Kars’ın kadınlara yönelik başarılı çalışmalarının bir başka örneği olan Kadıneli Restoran’da yedikten sonra, bizi İstanbul’a, şehrin karmaşasına geri götürecek uçağımızın yolunu tutuyoruz… Aklımızda tek bir şey var: en kısa zamanda Kars’a geri gelmeliyiz, hem de bu sefer kara kışın hüküm sürdüğü o soğuk günlerde...
Şehirde ilk istikametimiz Kars Müzesi.
Küçük ama çok bakımlı, kendi içinde çok zengin bir müze burası. Girişi ücretsiz
olmasına rağmen, tek ziyaretçi biziz. Müzenin ilk katı arkeoloji bölümü, ikinci
katı ise etnoğrafya bölümü olarak ayrılmış. Ayrıca çocuklar için de yine giriş
katında öğretici bir bölüm oluşturulmuş.
Yontma Taş Devri’nden itibaren kesintisiz olarak bir yerleşim bölgesi olan Kars’ın Urartular’dan Sasaniler’e, Moğollar’dan Romalılar’a, Bizanslılar’dan Selçuklular’a tarih boyunca tüm hakimlerinin bıraktığı izleri bu küçük müzede görmek mümkün. Bölgedeki ilk Müslümanların Şamanizm’den kalan geleneklerinin İslam’la birleştiği heykelleri ve mezartaşları ise müzenin dingin bahçesini süslüyor.
Müzenin arkasındaki bahçede ise, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adımlarının atıldığı günlerin önemli bir tanığı sergileniyor: bu, üzerinde Osmanlıca ve Rusça yazılar olan bir vagon. İstiklal Savaşı sürerken, yeni kurulmuş olan Sovyetler Birliği’nin Mustafa Kemal ve arkadaşlarına destek olmak için gönderdiği ilk 500.000 altın, bu vagonla gelmiş ve Kazım Karabekir’e bu şehirde teslim edilmiş. Belki de bu topraklardaki tarihin seyrini değiştiren bu vagonu geride bırakıp otelimize doğru yol alıyoruz.
Yontma Taş Devri’nden itibaren kesintisiz olarak bir yerleşim bölgesi olan Kars’ın Urartular’dan Sasaniler’e, Moğollar’dan Romalılar’a, Bizanslılar’dan Selçuklular’a tarih boyunca tüm hakimlerinin bıraktığı izleri bu küçük müzede görmek mümkün. Bölgedeki ilk Müslümanların Şamanizm’den kalan geleneklerinin İslam’la birleştiği heykelleri ve mezartaşları ise müzenin dingin bahçesini süslüyor.
Müzenin arkasındaki bahçede ise, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk adımlarının atıldığı günlerin önemli bir tanığı sergileniyor: bu, üzerinde Osmanlıca ve Rusça yazılar olan bir vagon. İstiklal Savaşı sürerken, yeni kurulmuş olan Sovyetler Birliği’nin Mustafa Kemal ve arkadaşlarına destek olmak için gönderdiği ilk 500.000 altın, bu vagonla gelmiş ve Kazım Karabekir’e bu şehirde teslim edilmiş. Belki de bu topraklardaki tarihin seyrini değiştiren bu vagonu geride bırakıp otelimize doğru yol alıyoruz.
Kars, Türkiye’nin doğu ve
güneydoğusunu pençesine alan PKK sorunları ortaya çıkmadan önce özellikle
yurtdışı turizminde çok güçlü bir destinasyonmuş. 1985’lere kadar, kalınacak
doğru düzgün bir otel bile olmamasına rağmen, her hafta iki üç turist kafilesi
gelirmiş. Günümüzde ise, sokaklarda turist niyetine bir biz varız, bir de
gözümüze çarpan iki üç yabancı çift. Halbuki oteller çok daha iyileşmiş,
sayıları artmış, güvenlikle ilgili hiçbir sorun yok ama o önyargı ve yerel
yetkililerin boşvermişliği, turizmi burada öldüresiye baltalamış.
Kars’taki ilk yemeğimiz, bize
sitayişle tavsiye edilmiş olan Kars Kazevi’nde. Son derece mütevazı, hatta
sıradan denebilecek bir ilk izlenim bırakan bu mekana adım attığımızda,
“övülecek ne var burada” diye düşünmeden edemiyoruz. Ama ilerleyen dakikalar ne
kadar yanıldığımızı gösteriyor. Kars’ı ziyaret etmiş ünlülerin ve devlet
adamlarının fotoğrafları ile duvarları süslenmiş bu mekanı gerçekten eşsiz
kılan, leziz yöresel yemekleri olduğu kadar kurucusu ve işleticisi Nuran Teyze…
“Hükümet gibi kadın” ifadesinin canlı abidesi adeta Nuran Teyze. Güçlü Anadolu
kadınının destanlardan fırlamış bir sureti. Başında geleneksel başörtüsü,
günlük yöresel elbisesinin üzerine giydiği tayyör ceketi ve etkileyici tok
sesiyle size Kars’ı ve kaz yetiştiriciliğini öyle bir anlatıyor ki, kendinizi
bu şehre, bu şehrin tanıtılmasına adamak istiyorsunuz o anda.
Aynı zamanda Kaz Yetiştiriciliği ve Irkını Devam Ettirme Derneği’nin kurucusu ve başkanı olan Nuran Teyze, kaz yetiştiriciliği konusunda önde gelen bir uzman olmuş, Birleşmiş Milletlerin ilgili komisyonlarından, Boğaziçi Üniversitesi’nin sempozyumlarına kadar birçok ortamda konuşmacı olarak bulunmuş. Hatta öyle ki, Kars ya da kaz yetiştiriciliği ya da kaz yemekleri konusunda herhangi bir bilgiye ulaşmak isteyen araştırmacıların, gazetecilerin ilk başvurduğu adres olmuş. Aynı zamanda kadınlara iş imkanları sunulması konusunda da çalışmaları olan Nuran Teyze, işletmesinde pozitif ayrımcılık yaparak, sadece kadınlara iş veriyor. Bütün bunları yaparken, devletten herhangi bir destek almayan Nuran Teyze’nin bizden tek bir talebi var: “lütfen sesimizi duyurun” diyor, bu şehrin tanınmasına, turizmine destek olun diyor…
Nuran Teyze’nin kendi elleriyle
yaptığı yemekler ise adeta bir şölen… Ekmek yerine “kete” adı verilen bir hamur
işi var sofrada, biraz mısır ekmeğini andıran bir tat. Önden “ayran aşı” adı
verilen bir çorba geliyor. Rayihası bol, içinde yörenin çok çeşitli otları
bulunan leziz bir çorba. Ardından, hamur işi sevenlerin bayılacağı, adı
“hangel” olan bir ara sıcak servis ediliyor: kare kare kesilmiş hamurlar,
üzerine yoğurt, karamelize edilmiş soğan ve biraz tereyağı. Artık hamurunda mı,
yoğurdunda mı tadı bilinmez ama bu sade yemek mest ediyor insanı. Artık yemek
yiyecek yerim kalmadı derken geliyor ana yemeğimiz: kaz eti ve kazın suyunda
pişirilmiş bulgur pilavı. Kars’taki kazlar suni yemle beslenmediği, yol boyunca
uzanan çayırlarda otladığı için, eti bir başka olurmuş. Gerçekten de başka
hiçbir yerde yediğimiz kaza benzemiyor buradakinin tadı. Nuran Teyze’ye Fransız
mutfağının değerli yemeği “kaz ciğeri”ni soruyoruz. Doğal ortamda beslenen
kazın ciğeri küçük olurmuş, o yüzden Kars’ta kaz ciğeri makbul değilmiş.
Fransa’daki kaz ciğeri için, hareket etmeden yetiştirilen, özel bir beslenmeye
tabi tutulan kazlar gerekliymiş.
Nuran Teyze ile sohbet keşke hiç bitmese desek de, ertesi gün yolumuz uzun olduğundan, saatler daha da ilerlemeden ayrılıyoruz Kars Kazevi’nden. Temmuz ortasında polar giyiyor olmayı garipsemiyoruz zira sokaktaki soğuk, İstanbul’ın kış aylarını aratmıyor bize.
Aynı zamanda Kaz Yetiştiriciliği ve Irkını Devam Ettirme Derneği’nin kurucusu ve başkanı olan Nuran Teyze, kaz yetiştiriciliği konusunda önde gelen bir uzman olmuş, Birleşmiş Milletlerin ilgili komisyonlarından, Boğaziçi Üniversitesi’nin sempozyumlarına kadar birçok ortamda konuşmacı olarak bulunmuş. Hatta öyle ki, Kars ya da kaz yetiştiriciliği ya da kaz yemekleri konusunda herhangi bir bilgiye ulaşmak isteyen araştırmacıların, gazetecilerin ilk başvurduğu adres olmuş. Aynı zamanda kadınlara iş imkanları sunulması konusunda da çalışmaları olan Nuran Teyze, işletmesinde pozitif ayrımcılık yaparak, sadece kadınlara iş veriyor. Bütün bunları yaparken, devletten herhangi bir destek almayan Nuran Teyze’nin bizden tek bir talebi var: “lütfen sesimizi duyurun” diyor, bu şehrin tanınmasına, turizmine destek olun diyor…
Nuran Teyze ile sohbet keşke hiç bitmese desek de, ertesi gün yolumuz uzun olduğundan, saatler daha da ilerlemeden ayrılıyoruz Kars Kazevi’nden. Temmuz ortasında polar giyiyor olmayı garipsemiyoruz zira sokaktaki soğuk, İstanbul’ın kış aylarını aratmıyor bize.
Yaklaşık 1 saat süren yolculuğumuz sonunda, önce Ocaklı Köyü’ne varıyoruz. Ani Harabeleri’nin kıyısında kurulu ve hayvancılıkla uğraşan bu küçük köyün sakinleri, yediden yetmişe bize el sallayıp duruyor. Turistik yörelerin alışılmış satış tezgahları yok burada, hatta içecek bir su, bir meşrubat alacak bir küçük bakkal dükkanı bile yok. O derece ücra ve el değmemiş bu topraklar.
Köyü yürüyerek geçip, Ani Harabeleri’nin devasa surlarının önüne geliyoruz. Öyle bir ihtişam karşılıyor ki bizi, insanlık tarihinde küçücük bir nokta olduğumuzu iliklerimize kadar hissediyoruz. İç kapıdan geçip, arkeolojik kazılarda daha sadece % 15’i gün yüzüne çıkartılmış katman katman tarihin içine dalıyoruz. Bastığımız her karış toprağın altında tarih yatıyor, ürperiyoruz.
Bir yanda, Anadolu topraklarında
inşa edilmiş olan ilk cami özelliğini taşıyan Mahiçehr Camii, diğer yanda
Ateşgede Zerdüşt Ateş Tapınağı, sağda bir Gürcü kilisesinin kalıntıları,
ileride gotik mimari tarzı çıkmadan 2 yüzyıl önce aynı teknikle inşa edilmiş
Katedral, nam-ı diğer Fethiye Camii – zira Müslümanların Anadolu toprağında
namaz kıldığı ilk yer burası -, biraz daha ileride, Ermeni tarihini anlatan
çizimleri günümüze kalan tek kilise özelliği ile bilinen Tigran Honents
Kilisesi, onun az ilerisinde Selçuklulardan kalan bir hamam…. Burası insanlığın
tarihçesi adeta…
Ve Arpa Çayı’nın oluşturduğu sınırın ötesinde Ermenistan…. Ani Harabeleri’nde dolaştıkça, insanoğlunun yarattığı kavramları, sınırlamaları, yaftalamaları, önyargıları sorgulayıp duruyor dimağımız ve isyan ediyoruz yüzyıllardan geriye kalanların birliktelik ve beraberlik olacağına salt ihtişamla yükselen taşlar olmasına…
Yarım günümüzü alıyor Ani Harabelerini gezip dolaşmak. Temmuz ayında Kars’ın serinliği olmasa, tek bir ağacın gölgesi bile bulunmayan bu yerde, bu geziyi yapmak ne mümkün? Rotamızı daha serin bir bölgeye, Çıldır Gölü’ne çeviriyoruz. Yaklaşık 2200 metre yükseklikte bu göle doğru ilerlerken, sağanak yağmur bizimle birlikte geliyor gittiğimiz her yere. Arabanın camından gördüğümüz aralarına sarı, mor çiçeklerin serpiştirildiği yemyeşil çayırlar, uçsuz bucaksız ve hayvan sürüleri öbek öbek. Kışın donduğunda, üzerinde atların çektiği kızaklarla yarışlar düzenlenen Çıldır Gölü’nün kıyısında Atalay Yeri’ne giriyoruz.
Yağmur yeni dinmiş, her yerde ıslak çimen ve toprak kokusu buram buram. Karşı kıyıda bir yerlerde yağmur devam ediyor, görüyoruz kara kara bulutları rüzgarla hareket ederken. Atalay Yeri’ne balık yemeye geldik gelmesine de, balıklar artık Çıldır’da bulunmuyormuş. Neden diye soruyoruz, İsrailliler göle diğer canlıları öldüren bir balık türü saldı, sabote etti diyorlar. Neden bunu yapsınlar sorusunun cevabı yok, neden İsrailliler sorusunun cevabı yok, inanmışlar buna besbelli nedensiz sebepsiz. Biz de, başka bir yerden getirilmiş alabalıkları yiyoruz burada. O kadar saattir aç açına yoldayız, yağlı mağlı dinlemeden önümüze konanı silip süpürüyoruz.
Şehre dönüşümüz sessiz geçiyor,
tarih ve doğa bombardımanına tutulmuş ve bitap düşmüş gibiyiz. Otelde kısa bir
dinlenme sonrası, ilginç bir gece bizi bekliyor. Eski bir Rus evinin içine
kurulmuş olan KARStore’dayız bu akşam. Esasen bir restoran burası ama aynı
zamanda Kars’ta turistik eşya ve yöreyle ilgili kitaplar satan da tek yer.
Küçük bir alışverişten sonra, bize ayrılan yere geçiyoruz. Masada yöreye özgü
peynirler ve kırmızı şarap bizi bekliyor.
Ana yemeğin gelmesini beklerken, iki
genç sahne alıyor. Birinin elinde akordeon, diğerinde nağara (tefe benzeyen
küçük bir el davulu). Azeri türkülerini onların yanık sesi eşliğinde
söylüyoruz. Ardından ana yemeğimiz geliyor: maşrapalar içinde fırınlanmış etli
türlü, yanında yufka… Şöyle yememiz gerekirmiş: yufkayı küçük küçük parçalara bölüp
tabağımıza koyacağız, sonra maşrapadan yemeğin suyunu üzerine boşaltacağız,
yufkalar iyice yumuşayacak suyun içinde ve kaşıklayarak bir yufkalardan, bir de
maşrapanın içindekilerden yiyeceğiz. Doğrusunu yapmaya çalışarak yiyoruz bu
yöresel yemeği.
Biz yemeğimize devam ederken, iki aşık sahne alıyor ve aşık atışması başlıyor. Doğaçlama sanatının topraklarımızdaki atası diyebileceğimiz bu performans bizi yeri geliyor güldürüyor, yeri geliyor hüzünlendiriyor, yeri geliyor utandırıyor, yeri geliyor derin derin düşündürtüyor. Aşık Bilal Ersarı’nın dilinin kemiği yok: korkusuzca, çekinmeden politikacıları, sanatçıları, gündemi, hatta Avrupa Birliği’ni eleştiriyor da eleştiriyor. Dediğine göre eleştirmeyeceği ve eleştirtmeyeceği tek kişi varmış: Mustafa Kemal Atatürk… bunu söylediğinde restoranımız alkışlarla inliyor.
Sazla sözle geçen gecemizin ardından Kars’taki son günümüz başlıyor. Sabah Kars’ın meşhur kaymağı, balı ve peynirinden oluşan kallavi bir kahvaltı yapıp, Sarıkamış’a doğru yola çıkıyoruz. Ufukta Allahuekber Dağları belirdikçe, suskunlaşıyoruz, donuklaşıyor adeta bakışlarımız. Bu topraklar da, tıpkı Çanakkale gibi, bağrındaki onbinlerce şehidin hüznüyle yoğrulmuş sanki. 1914 senesinin Aralık ayında, aklı ihtirasına yenilmiş Enver Paşa’nın ayağında çarığıyla savaşmaya değil donarak ölmeye gönderdiği 60.000 askerimiz bu topraklarda mezarsız yatıyor. Yoldaki “Allahuekber Dağı Şehitliği”nde Mehmet Akif Ersoy’un “bir hilal uğruna ya Râb, ne güneşler batıyor” dizelerini ve daha onyedisindeki, yirmisindeki sıra sıra şehit isimlerini okudukça, gözlerimiz tarihin utancıyla yerden kalkamaz oluyor.
Şehitlikteki kısa moladan sonra, Sarıkamış yoluna devam ediyoruz. Sarıkamış da tıpkı Kars gibi, Rusların adeta asla gitmemek üzere bina inşa ettikleri bir bölge olmuş. O dönemden kalan askeri binalar, halen Türk ordusu tarafından kışla olarak kullanılıyor. Kentin kuzeyinde, kış turizmine yönelik oteller ve Temmuz ayında yemyeşil vadiler olarak uzanan kayak pistleri görülüyor. Sarıkamış’ın içinde ise erkek egemen bir hava hakim. Kars’ta kadınlar ne kadar sokaktaki günlük hayatın ayrılmaz bir parçası ise, Sarıkamış’ta o kadar kapanmış evlerine: sokaklardaki tek kadınlar biziz. Burada yüzler hiç gülmüyor, bakışlar hep öne eğik, aman gözgöze gelmeyelim dercesine. Halbuki Kars’ta o kadar insan canlısıydı ki ahali, hep gülümseme, hep sohbetle geçmişti sokaklardaki her anımız.
Sarıkamış merkezde, oturup çay, kahve içebileceğimiz bir yer bile bulamıyoruz maalesef ve kentin güney tepelerindeki Katarina Av Köşkü’ne tırmanmaya başlıyoruz. 1880’lerin muhteşem mimarisinin çökmek üzere olan bir örneği var karşımızda. Onca bakımsızlığa rağmen, halen çok azametli bir görüntüsü var binanın. Aklımızdan hemen bu binayı restore edip neler yapılabileceğine dair hayaller geçiyor rutubet kokan odalarını tek tek gezerken.
Sarıkamış’taki kalışımızı çok uzatmadan Kars’a dönüş yoluna koyuluyoruz. Şehirdeki son birkaç saatimizde, şehrin sokaklarında dolaşmayı planladık. Önce, Kars’ın ünlü peynirlerinden ve balından almak için, namı ülke çapına yayılmış Büyük Zagotlar mağazasına giriyoruz. Aslında mandıralarını da ziyarete açmışlar ama zamanımız olmadığı için üzülerek mandıra ziyareti tekliflerini geri çeviriyoruz.
Tadımlık kaşar ve
gravyer peynirleri, tereyağı ve bal ise unuttuğumuz tatları yeniden yaşatıyor
bize. İstanbul’a kargoyla 1 gün içinde gönderim yaptıklarını öğrenince, hemen
siparişlerimizi veriyoruz.
Ardından, Yıldız Halı ve El Sanatları mağazasına uğruyoruz. İkinci bir örneği olmayan eşsiz halıları tek tek dinliyoruz sahibinin ağzından. Hangi halıdaki hangi motif, neyi temsil ediyor, tek tek anlatıyor bize mağaza sahibi, gözleri ışıl ışıl anlatırken, belli ki çok seviyor bu işi. Zaten halı koleksiyonculuğuyla başlamış bu işe, sonra bakmış çok birikmiş halılar, satış işine de girmiş. Ama hadi şu halıyı alayım dediğinizde, sanki duymamış gibi yapıyor, birkaç kere daha tekrar etmeniz gerekiyor, adeta ayrılmak istemiyor hiçbir halısından.
Zamanın nasıl geçtiğini anlamadan, ayrılıyoruz buradan da ve istikametimiz, dedesinin görevi nedeniyle çocukluğunun bir bölümünü Kars’ta geçirmiş olan Namık Kemal’in Evi... Günümüzde bu ev bir sanat merkezi olarak kullanılıyor. Şehrin gençleri bize Kafkas danslarından oluşan kısa bir gösteri sergiliyorlar. Zor bir dans bu, o yüzden gösterideki aksaklıkları hiç dikkate almıyoruz, yöre gençlerinin isteği, şevki ve gözlerindeki ışıltıyı dakikalarca ayakta alkışlıyoruz.
Son öğle yemeğimizi, Kars’ın kadınlara yönelik başarılı çalışmalarının bir başka örneği olan Kadıneli Restoran’da yedikten sonra, bizi İstanbul’a, şehrin karmaşasına geri götürecek uçağımızın yolunu tutuyoruz… Aklımızda tek bir şey var: en kısa zamanda Kars’a geri gelmeliyiz, hem de bu sefer kara kışın hüküm sürdüğü o soğuk günlerde...
Bu yazının Hürriyet Daily News'da yayınlanan İngilizce versiyonuna http://www.hurriyetdailynews.com/seeing-kars-before-the-summer-ends.aspx?pageID=238&nID=52668&NewsCatID=379 linkinden ulaşabilirsiniz
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder