Şeb-i Aruz geldi mi, Konya şenlenir, dillenir, kemiklere
işleyen kış soğuğu bile hafifler adeta. Ülkenin dört bir yanından kadınlar,
erkekler, çocuklar akın akın gelir Mevlana şehrine. Türkçe anlamıyla “düğün
gecesi” demek olan Şeb-i Aruz, Mevlana’nın öldüğü ve Rabbine kavuştuğu 17
Aralık’ı da içine alan ve “Vuslat Yıldönümü Uluslararası Anma Törenleri” olarak
isimlendirilen bir dizi etkinliği bünyesinde topluyor bugün.
Kimilerince, Konya’nın Mevlevi mistisizmi, Şeb-i Aruz’un o
kendi içinde ahenkli ama bir o kadar da baş döndürücü kalabalığı içinde
kayboluyor, iyisi mi daha sakin günlerde gelmeli Konya’ya. Kimilerince ise,
esas Şeb-i Aruz’un o karmaşa dolu coşkusu o mistisizmi iliklerinize kadar
hissettirten. Karar size kalmış…
Şeb-i Aruz’da Konya’ya gelmişken, Mevlana’nın izlerinden
gitmek lazım adım adım. İlk adres tabii ki, adeta mekanın ilk sahibi olan
Sultan Alaeddin Keykubat’ın gül bahçesine nazire yapan görkemli bahçesiyle
Konya Mevlevi Dergahı ya da günümüzde daha yaygın ismiyle Mevlana Müzesi.
Uzun
kuyruklar beklememek için sabahın ilk saatlerinde ya da akşam güneş battıktan
sonra gidilmesi tercih sebebi olan bu mekan, Mevlevi sembolizmiyle adeta oya
gibi işlenmiş durumda. Her ne kadar, ziyaretçilerin en büyük ilgisini Mevlana
türbesi ve Mevlana’nın oğullarına, kızlarına, torunlarına, müritlerine ve
Horasan erlerine ait sandukalar çekse de, aslında mekandaki her bir ayrıntı,
Mevlevi inancını fısıldıyor yüreklere.
Avludaki, adını cennetteki çeşmelerin
birinden alan Selsebil, kuşların su içmesi için yapılmış bir çeşme
görüntüsündeyse de, esasında İslam Tasavvuf Felsefesinin esasını teşkil eden
“vahdet-i vücut” kavramını simgeliyor ve insanın doğup çoğalmasını ve tekrar
aslına dönüşünü temsil ediyor.
Bir zamanlar nefsin terbiyesi, tarikat erkanının
talim edildiği aynı zamanda kültür ve sanat yuvası işlevi görmüş olan ve
avlunun iki yanında sıralanan derviş hücreleri, bugün Mevlevilerin günlük
hayatından kesitlerin canlandırıldığı mekanlar olarak ziyaretçilerin yoğun
ilgisini çekiyor.
Mevlana Müzesi’nden sonraki geleneksel ziyaret istikameti
ise, Şems-i Tebrizi Cami ve Türbesi.
Her ne kadar gelen ziyaretçilerin
neredeyse hepsi, orada yatanın Şems-i Tebrizi olmadığını, türbedeki sandukanın
muhtemelen boş olduğunu, Mevlana’nın “Onun ışığı vurmazdan önce ölü bir nakıştım
sadece taş duvarlarınızda”
sözleriyle anlattığı Şems-i Tebrizi’nin nerede öldüğü, nasıl öldüğü, nereye
gömüldüğünün yüzyılların gizi olduğunu bilse de, bu cami ve türbe,
ziyaretçilerin dualarıyla kutsanıyor her gün.
Konya’nın Akçeşme
Mahallesi, Mevleviliğin izlerini sürmek için gidilmesi gereken bir başka mekan.
Aslında 19. yüzyıl evlerinin restorasyonu sonrası farklı bir çehreye bürünmüş
olan bu mahalleyi Mevlevilikle buluşturan, mahallenin girişindeki “Somatçı”
isimli restorandan ibaret.
Adını, Mevlevilikteki 18 hizmet aşamasının
onuncusuna tekabül eden ve sofrayı kuran ve kaldıran anlamına gelen “Somatçı”
sözcüğünden alan bu restoran, 14. yüzyıldan kalmış Mevlevi yemek tariflerinden
oluşturduğu menüsüyle, konuklarına o dönemin başka bir yerde bulunması adeta
imkansız bir boyutunu yaşatıyor.
Mevlevilerin yemek öncesi ve sonrası hazım
için içtiği “sirkeincübin”le başlayan hayli mütevazı yemek deneyimi, mekanın
otantik ortamıyla birleşerek insanı birkaç yüzyıl geriye taşıyor.
Şeb-i Aruz döneminde, bilet
bulmanın neredeyse imkansız olduğu sema ayinlerinde, maalesef izleyiciler bunu
bir gösterisi sanıp alkışlarla, bitişe yakın otoparka gitmek için sema devam
ederken yerinden kalkıp yürümelerle, tüm uyarılara rağmen flaşla çekilen
fotoğraflarla ruhaniliği hissetmeyi zaman zaman zorlaştırsa da , kendinizi
neyin üflemelerine kaptırıp, Yaradana kavuşmanın özlemiyle adeta transa geçmiş
semazenlerin havada uçuşan eteklerinde kaybediyorsunuz. O anlarda, kendinizi “misafirsin
bu hanede ey gönül, ne kimseye sitem eyle, ne üzül” diyen Mevlana’nın yanında
hissediyorsunuz…
(Bu yazının Hürriyet Seyahat'te yayınlanan versiyonuna http://www.hurriyet.com.tr/seyahat/25199259.asp linkinden ulaşabilirsiniz)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder